Bazı mücadeleler sadece bir savaş, bir toprak meselesi veyahut tatbikat amaçlı keyfi bir askeri operasyon değildir. Bazen bu mücadeleler, insan ruhunun zulme karşı haykırışı, var olma hakkının inkâr edilemez isyanıdır.
Bir halkın tarih sahnesinde onurla, kanla ve gözyaşıyla yazdığı destanlar vardır. Tıpkı kurtuluş savaşında, millî mücadele döneminde her tarafı işgal edilmiş Anadolu topraklarında küllerinden doğan bir halkın yazdığı destan gibi.
İşte Filistin-Gazze direnişi de, yıllardır sinsice işlenen toprak hırsızlığına, sistematik zulme ve soykırım düzenine karşı bir haykırıştı. Bir milletin kaderi, bir avuç azgın zorbanın kirli ellerine bırakılmayacak kadar kutsaldı. Ve bu kutsal mücadele, yalnızca Filistin halkının değil, tüm mazlum halkların özgürlük çığlığıydı.
Yıllardır işgal altında nefessiz bırakılan, her geçen gün biraz daha kuşatılan, unutturulmaya çalışılan bir halkın başkaldırısıydı,
Ve bu halk küllerinden doğdu.
Açlığa, susuzluğa, yıkıma mahkûm edilen insanlar, yüreklerindeki onurdan başka kaybedecek hiçbir şeyleri kalmadığında ayağa kalktı.
Fakat dünya yine sağırdı.
Sokaklar adalet diye inledi, halklar yöneticilerine seslendi. Ama büyük devletlerin hesapları, petrol anlaşmaları, ticaret çıkarları, insanlığın vicdanından daha ağır bastı. Adalet yine satıldı. Zulüm yine güçlülerin yanında saf tuttu. Güç dengeleri, menfaat anlaşmaları, petrolün ve doların sahte kutsallığı, bir avuç zalimin yanında saf tuttu.
Ve o güçlüler, masumları katletmekten zerre tereddüt etmediler.
Bombalar gökten yağdı. Kimi zaman bir okul hedef oldu, kimi zaman bir hastane, kimi zaman oyun oynayan çocukların cıvıltılarıyla dolu bir sokakta geldi sinsi ölüm.
Çadırları yaktılar. O çadırlarda uyuyan çocuklar, rüyalarından uyanamadan, alevlerin içinde kayboldular.
Su kuyruğunda bekleyen anneleri, gençleri, yaşlıları vurdular. Önce susuz bıraktılar, sonra kurşunlarla öldürdüler.
Hastaneleri bombaladılar. Bebekler, kuvözlerinde yanarak can verdi. O anneler, çocuklarının son nefesini kollarında hissetti, ama kör sağır bir dünya hiçbir şey yapamadı.
Acı, toprağa karıştı. Ve her bir damla kan, adalet diye haykırdı.
Ama bu sadece bir kıyım değildi. Bu aynı zamanda, bir milletin yeniden doğuşuydu.
Toprağa düşen kahramanlar oldu, ihanetlere kurban giden.
Bir halkın evlatları bir bir gitti...
Günlerden bir gün, her gün olduğu gibi.
Ekranlara bir çocuk düştü, güzelce uyuyordu dedesinin kollarında.
Adı Rim idi.
Dedesi sımsıcak sarılmıştı, yüreğini açmıştı.
Rim uçmuştu semalara.
Rim gitti…
Evet!
Rim cennete uçtu...
Cennet yüzlü çocuk.
Rim henüz altı yaşındaydı.
Annesi ona bir defter almıştı. O deftere renkli kalemlerle hayallerini çiziyordu. Çizdiği en büyük hayali neydi biliyor musunuz?
Gökyüzünde özgürce süzülen güvercinler.
Ama Rim, kendi toprağında bile özgür olamayan bir halkın çocuğuydu. Ona çocuk olma hakkını tanımadılar. Küçücük bedeni, gökten yağan ölümle tanıştı. Defteri kana bulandı, hayalleri küllere karıştı.
Ve bir anne, çocuğunun küçücük bedenini avuçlarının içinde tutup, çaresizce ağıt yaktı.
Ama Rim ölmedi. O, artık bir halkın hafızasına kazınan bir simgeydi.
İsmail Haniye…
Direnişin kudretli sesi...
İsmail Haniye, çocuklarını, torunlarını ve her şeyini kaybetti. Yoksulluk içinde büyüdü ama hiç isyan etmedi. Küçük yaşlardan itibaren, annesinin dizinin dibinde, dualar arasında yetişti.
O, halkı için savaştı. Her kelimesi, her adımı, her bakışı, bir milletin sesi oldu. Onu susturmak istediler. Gurbette hedef aldılar.
Ama bilmedikleri bir şey vardı: Bir lideri öldürebilirsiniz, ama bir halkın umudunu asla öldüremezsiniz.
İsmail’in sesi kesildi belki ama davası, milyonların dilinde yankılanmaya devam edecek.
Yahya Sinvar…
Zindanlardan gelen aslan.
Bir Yusuf gibi çıkışın vardı zindandan.
Bir de aslan yürekli bir bakışın.
Yahya, işgalin en karanlık zindanlarında yıllarca işkence gördü. Ama onun ruhunu kırabileceklerini sandılar. Fakat hesaba katmadıkları bir şey vardı:
Bazı adamları öldürebilirsiniz, ama teslim alamazsınız. Hüseyni ilkeyi asla ve kat’a teslim alamazsınız
Yahya, zindanlardan çıktığında yalnızca bir beden olarak değil, bir halkın direnişinin simgesi olarak çıktı. Halkının umudu oldu. Ayakları çıplak, gözleri karaydı. Gözlerindeki o keskin bakış, tüm bir halkın öfkesini taşıyordu.
Onu vurdular.
Son nefesine kadar Musa’dan aldığı mirasla asasıyla dimdik durdu. İhanete, vahşete ve kalleşliğe olanca gücüyle fırlattı, elindeki asayı. Ama o an sadece bir beden toprağa düşmedi. O an, bir halkın yüreği kanadı. Bir dünya ağladı ve gözyaşları sel oldu.
Ve bir halkın yüreği kanadığında, herkes sessiz kalsa da tarih asla sessiz kalamaz.
Hasan Nasrallah…
Direnişin gölgesinde büyüyen yiğit...
O, sadece bir savaşçı değildi. O, Filistin ve Lübnan halkının gözünde bir efsaneydi.
Otuz-kırk yıl süren bir direnişin bayrağını taşıdı. O bayrak, kanla sulandı, gözyaşıyla yıkandı ama asla yere düşmedi.
Onu da hedef aldılar.
Ve Direniş bir bedene hapsedilemezdi.
Hasan gider, ama nice Hasanlar doğar.
Ve ardından yitip giden bir dede.
Rimin dedesi…
Yaşlı elleriyle torununun cansız bedenine dokunduğunda, gözlerinden yaş bile akmadı. Çünkü bazı acılar gözyaşı dökmeye bile izin vermez.
Sadece sustu. Ellerini açtı, dua etti. Torununu toprağa koydu ve günlerce sessizce oturdu.
Sonra, bir sabah, o da gitti.
Gözleri açık, torununun mezarına bakar halde…
Ve dünya, bir halkın nasıl yok edilmek istendiğine bir kez daha şahit oldu.
Onları Unutmayacağız…
Bu kahramanlar yalnızca bir savaşın değil, insanlığın mücadelesini verdiler.
Ve biz, onların hatırasını yaşatmazsak, yalnızca onları değil, kendi vicdanımızı da kaybederiz.
Tarih, zalimleri değil, direnenleri yazacak.
Adalet, er ya da geç, mazlumların kanından doğacak.
Ve o gün geldiğinde, Rim’in hayalini çizdiği güvercinler, Filistin’in semalarında özgürce uçacaktır.
Zalım kendine yakışanı yapıyor da adil nerede o belli değil