İslami duyarlılık temelli hareketler bir zamanlar köyde doğdu. Başlangıçta köyün safiyetini, asaletini, cömertliğini ve hasbiliğini taşıyordu. Ancak daha şehre varmadan, iktidarın cazibesiyle buluştu. Şehre ulaşmayı beklemeden bir kasabada konakladı. Bu kasaba, ne köyün ruhunu taşıyabildi ne de şehrin entelektüel derinliğine ulaşabildi. Burada, iktidarın ve gücün biçimsel konforuna sığındı. Ruhunu değil, bedenini büyüttü.Halbuki hem ruhunu ve hem de bedenini birlikte büyütmeliydi.
Bu dönüşüm, bir bakıma Emevî döneminin şehirleşmiş ama derinliksiz dinî anlayışına benzer. Hulefâ-i Râşidîn devrinde tevazu, adalet ve ahlâkî bütünlük İslam’ın toplumsal yönünü belirlerken; Emevîler döneminde İslam, sarayla tanıştı, güçle ittifak kurdu. Böylece içerik, şekle feda edildi. Aynı çizgi, modern zamanlarda da tekrar etti. 20. yüzyılda bazı İslamcı hareketler, halkın vicdanında doğmalarına rağmen sistemlerin diline, devletlerin reflekslerine ve iktidarların konforuna teslim oldular. Mısır’da Seyyid Kutub’un hakikatle bedel ödeyen dili ile daha sonra gelen pragmatik İslami siyasetçiler arasında oluşan fark, bu kırılmanın tarihsel izdüşümüdür.
Kasaba, yüzeyde dindarlık sergilerken derinlikte sığlık barındırdı, biçimde vakar gösterirken özünde nobranlık taşıdı. Şehirde aranan çoğulculuk, ince düşünce, estetik ve içsel terbiye bir türlü gelmedi. Ne başladığı köydeki hasbilik kaldı geriye, ne de hedeflenen şehirdeki çoğulcu inceliğe ulaşılabildi. Taşranın sığlığı ile kasabanın nobranlığı arasında, ortada kalmış bir kimlik doğdu. Bu kimlik, inşa yerine taklit eden, adanmışlık yerine aidiyetle avunan bir hâle büründü.
İşte bu yüzden insanlar da toplum da olgunlaşamıyor. Üstün ahlak, mazluma sahip çıkmak, zulme karşı durmak, erdem ve insani değerler çoğunlukla söylemde kalıyor. Bu değerler, gündelik hayatın rekabetçi ve çıkarcı yapısı içinde ya unutuluyor ya da yalnızca imaj malzemesine dönüştürülüyor. İnsanlar erdemli olmayı savunurken, pratikte konforlarından, statülerinden ya da ideolojik bağlılıklarından ödün vermemeyi tercih ediyorlar. Böylece adalet, vicdan ve merhamet, yalnızca teorik bir süs olarak kalıyor; gerçek bir davranış kılavuzuna dönüşemiyor. Sonuçta, ahlaki gelişim yerini yüzeysel kabullere bırakıyor,toplum dönüşemiyor. Çünkü her kimlik, bir kültün gölgesine sığınmış durumda. Kimse o gölgeden çıkıp Kur’an güneşi ile yüzleşmeye cesaret edemiyor. Oysa olgunluk, doğrudan güneşe bakabilmeyi; acıyla, hakikatle, çelişkiyle yüzleşmeyi gerektirir. Siz hiç güneş görmemiş bir meyvenin olgunlaştığını, lezzet verdiğini gördünüz mü?
Nitekim Mevlânâ’nın pergel metaforundaki gibi, bir ayağımız hakikatin merkezinde sabit değilse, diğer ayağımız ne kadar geniş çizerse çizsin, sadece şekil üretir. İçselleşmemiş bir dinî pratik, içgörüsüz bir kimlik ve sahicilikten uzak bir ahlâk üretir. Gölge, konforlu olabilir; ama gölgede büyüyen hiçbir hakikat, kök salmaz. Gölgedeki dindarlık da, gölgedeki kimlik de, gölgedeki düşünce de kırılgandır. Bu yüzden toplumumuzda ne siyasal bilinç olgunlaşabiliyor, ne de bireysel ahlâk. Çünkü herkes bir gölgenin içinde yaşıyor, ama kimse özle yüzleşecek kadar güneşe yürümeye cesaret edemiyor. Hem Gazze söylemini dillerinden düşürmeyip ve hem de onu kendi kaderine terk edenler gölgeden çıkamayanlardır. İşte bu anlayış adaleti araçsallaştıran siyasal bir dili temsil eder.
Bu nedenledir ki bizim güneşle yüzleşme, yani hakikatle hesaplaşma cesaretimizin sığlığı ve korkaklığı, bugün bütün bir insanlığın, özellikle de İslam dünyasının gözleri önünde Gazze'nin ödediği ağır bedelde kendini acı bir şekilde göstermektedir.