İnsanlık tarihi boyunca bireyler, iradeleriyle yöneldikleri iki temel yol arasında seçim yapmak durumunda kalmıştır: Bu yollar kaynağını vahiyden alan yollar ve çoğunlukla beşeri ideolojilerle şekillenmiş diğer yollar. İlahi direktiflerden,vahiylerden,ahlaki ve vicdani olandan uzaklaşan toplumlar, tarih boyunca toplumsal çöküş, ahlaki yozlaşma ve derin krizlerle karşı karşıya kalmışlardır. Vahyin rehberliğinden kopan insanlar, dayandıkları dalların kırılmasıyla büyük travmalar yaşamış, toplumsal bazda sapmalar ve ahlaki kırılmalar derinleşmiştir.
Durkheim’ın "anomi" kavramıyla : Toplum, normların belirsizleşmesi ve ortak değerlerin kaybolması sonucunda bireylerin ahlaki bir boşluk içine düşmesine zemin hazırlar. Aynı şekilde Zygmunt Bauman’ın "akışkan modernite" kavramı, hızla değişen dünyada köklü değerlerin zayıflaması ve bireylerin yalnızlaşması sürecine dikkat çekmesi insanlığın yeni bir güncellemeyle kendini yenileyebilme erdemini göstermesi gerektiğini ve ilahi olana, ahlaki olana dönüşün önemine işarettir sanırım.
Bilim ve Teknolojinin Ahlaki Yönü
Modern dünya, teknolojik gelişmelerin önderliğinde dönüşürken, bu gelişmelerin ahlaki temellerden kopuşu ciddi sorunlara neden olmaktadır. Francis Fukuyama, teknolojik gelişmelerin kontrolsüz ilerlemesi durumunda insanlığın ahlaki ve biyolojik sınırlarının tehdit altında olduğunu vurgulamıştır. Öte yandan, bilimsel bilgi, yalnızca insanlığa hizmet amacıyla kullanılmadığında, emperyalist sistemlerin bir aracı haline gelebilmektedir.
Afrika başta olmak üzere başka kıta ve bölgenin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının talan edilmesi, küresel eşitsizliğin en çarpıcı örneklerinden biridir. Yoksulluğun ve açlığın pençesinde yaşam mücadelesi veren bu coğrafyada, emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda işleyen ekonomik sistemler, sömürünün devamını sağlamaktadır. Ancak bu durum, yalnızca Afrika ile sınırlı değildir. Günümüzde dijital çağın sunduğu yenilikler, özellikle veri sömürüsü üzerinden toplumları manipüle etme ve kontrol altına alma yollarını da açmaktadır.
Ekonomik ve teknolojik sistemlerin etik ilkelerden yoksun bir şekilde gelişmesi, insanlık tarihinde daha önce yaşanan birçok çöküşü akla getirmektedir. Kant, ahlak yasasının evrensel bir çerçevede ele alınmasını ve bilimin etik değerlerle şekillendirilmesini savunurken, modern toplumlar bu ilkeye uzak kalmıştır.
Toplumsal Çöküş ve Direniş
Ahlaki çöküş ve toplumsal yozlaşma, bireylerin ve toplumların yalnızlaşmasına, manipüle edilmesine ve sömürüye açık hale gelmesine yol açmaktadır. Medya, tüketim kültürü ve popüler eğilimler, bireylerin değer sistemlerini sinsice dönüştürmekte, onları kontrol edilebilir birer nesneye indirgemektedir.
Bu sürecin sonuçları, yalnızca bireysel bazda değil, toplumsal yapıların çözülmesinde de kendini göstermektedir. Habermas, modern toplumlarda iletişimsel rasyonalitenin, yani sağlıklı bir toplumsal diyalogun yerini sistematik manipülasyonların aldığını belirtmiştir. Medya, giyim, tüketim alışkanlıkları ve dijital platformlar aracılığıyla bireylerin düşünce yapıları şekillendirilmekte, özgürlük alanları giderek daralmaktadır. Bu durum, Firavunvari bir düzenin modern bir versiyonu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dünyanın ahlaki ve toplumsal sorunlarla boğuştuğu bu dönemde, bireyler ve toplumlar, çözüm arayışında alternatif sistemler geliştirmelidir. Ancak bu sistemler, yalnızca tepkiye dayalı olmamalı; ahlak, bilim ve sürdürülebilirlik temelinde inşa edilmelidir.
Amartya Sen’in "kalkınma özgürlüktür" yaklaşımı, toplumların refahını yalnızca ekonomik büyümeye değil, aynı zamanda sosyal adalet ve bireysel özgürlüklerin korunmasına bağlamaktadır. Bu bakış açısı, mevcut sistemlere alternatif olarak, insan onuruna saygılı, çevresel sürdürülebilirliği önceleyen ve ahlaki değerlere dayalı bir yapının önemini vurgulamaktadır.
Özellikle Müslüman toplumlar, kendi değer sistemleri çerçevesinde adil bir düzen kurmak için geçmişin başarılarını rehber alabilir. İslam medeniyetinin altın çağında, bilim ve ahlakın birleşimi, insanlığa önemli katkılar sunmuştur. Günümüzde bu miras, modern dünyanın ihtiyaçlarına uygun bir şekilde yeniden yorumlanmalı ve uygulanmalıdır.
Sonuç olarak,
Tarih, ahlaki temellerden yoksun sistemlerin uzun vadede sürdürülemez olduğunu göstermektedir. Bilim ve teknolojiyi ahlakla bütünleştiren toplumlar, yalnızca kendi varlıklarını değil, insanlığın ortak geleceğini de güvence altına alabilir. Fazlur Rahman’ın "ahlak temelli İslam anlayışı", bu bağlamda önemli bir rehberlik sunmaktadır.
Geleceğin dünyasında, bireylerin ve toplumların sağlıklı bir şekilde varlığını sürdürebilmesi, dayanışma, adalet ve ahlaki değerlerin yeniden inşasına bağlıdır. Değişim ve dönüşüm hızının böylesine yoğun olduğu bir çağda, sabit bir ahlaki pusula olmadan ilerlemek, yalnızca daha büyük krizlere yol açacaktır. Bu nedenle, bilimin ve teknolojinin ahlaka uygun bir şekilde kullanımı, geleceğin en büyük meydan okumalarından biri olarak karşımızda durmaktadır.