Günümüz dünyasında, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerin içinde bulunduğu sosyo-politik krizler, insanı derin bir endişe ve umutsuzluğa sevk ediyor. Oysa insanlık tarihi boyunca dinler, özellikle İslam, bireylere ve toplumlara umut, adalet ve barış vadetmiştir. Müslüman birey, yeryüzünde sadece kendi varoluşundan değil, aynı zamanda barışın, adaletin ve insan onurunun korunmasından da sorumlu değil midir? Yeryüzünün selametinden sorumlu kişi değil midir? Öyleyse neden bugün bu sorumluluğun yükü altında ezilen bir coğrafya ile karşı karşıyayız? Neden Müslüman deyince birileri ürkerek kaçar hale geliyor?
Bu soruların cevabı basit bir dikotomiye indirgenemez; mesele, tarihsel süreçler, siyasi müdahaleler, sosyo-kültürel dönüşümler ve bireysel sorumluluklar gibi birçok katmandan oluşmaktadır. Müslümanlar her ne kadar kendi içlerinde problemlerle uğraşsalar dış kaynaklı bir çok saldırı ve sorunla da karşı karşıya kalmışlardır.
Tarihsel Süreçte Güç ve İktidarların Dönüşümü
Dünya tarihine baktığımızda, güç dengelerinin her zaman adalet ve hakkaniyet temelinde kurulmadığını görürüz. Modern ulus-devlet sistemleriyle birlikte güç, büyük ölçüde ekonomik çıkarlar ve jeopolitik stratejiler etrafında şekillenmiştir. Küresel hegemonya mücadelesi, yalnızca siyasi aktörler arasında değil, kültürel, ideolojik ve teknolojik alanlarda da sürmektedir.
Bu bağlamda, Batı’nın bilimsel ve teknolojik gelişmelerle elde ettiği üstünlük, yalnızca bir "gelişim" meselesi değil, aynı zamanda sistematik bir tahakküm aracı haline gelmiştir. Bilgi üretimi ve teknoloji, bir medeniyetin gelişimini desteklerken, aynı zamanda onu başka toplumlar üzerinde bir güç unsuru olarak da konumlandırabilir.
Sosyolojik Perspektiften Parçalanmış Kimlikler ve Toplumsal Çatışmalar
Müslüman coğrafyalarda görülen en büyük sorunlardan biri, kimlik siyasetinin toplumsal birlikteliği zedelemesidir. Mezhep, etnisite, tarikat ve cemaat farklılıkları, tarih boyunca zenginlik olarak görülmesi gerekirken, bugün çoğu yerde çatışma dinamiklerine dönüşmüştür. Bir çok yapı birer ticaret merkezi haline gelmişlerdir. Bu durum, "öteki" inşa etme süreçleriyle derinleşmiş ve bireyler arasında güvensizlik duvarları örülmüştür. Birbirleriyle didişme ve uğraşma beraberinde gerilemeye sebebiyeti doğurmuştur.
Toplumlar arası güvenin yerini korku aldığında, bireyler aidiyet duygusunu kaybeder. Oysa sosyolojik açıdan bir toplumun direnci, "biz" bilincinin güçlenmesiyle doğar. Türk’ün huzuru Kürt’ün huzurudur; Arap’ın refahı İranlı’nın refahıyla iç içedir. Coğrafi sınırlarla bölünmüş olsak da tarih, kültür ve inanç ortaklığı bizi birbirimize bağlayan en güçlü bağlardır.
Bu bir İmtihan mı, Yoksa İrade Sınavı mı?
"Bu yaşananlar bir imtihan mı?" sorusu, felsefi açıdan bireyin özgür iradesiyle kader arasındaki kadim tartışmayı hatırlatır. İnsanlık tarihindeki adaletsizlikleri sadece "imtihan" kavramıyla açıklamak, bireyin ve toplumların sorumluluğunu göz ardı etmek olur.
Bugün Müslüman coğrafyanın içinde bulunduğu durum, irade ve bilinç eksikliğinin sonucudur. Adaletsizlik ve zulüm karşısında susmak, dolaylı olarak o zulme ortak olmak değil midir? Bu noktada hem felsefi hem de dini bir sorgulama gerekiyor: "Biz bu düzende hangi noktada duruyoruz?" İyilerle kötüler arasındaki mücadelede neredeyiz? Bu sadece siyasal bir çatışma değil, aynı zamanda bireyin vicdanıyla yüzleşmesidir.
Siyasi Analiz Olarak Güç Dengeleri ve Küresel Hegemonya
Günümüz dünyasında siyasi dengeler, büyük ölçüde "böl ve yönet" stratejileri üzerine kuruludur. Küresel güç odakları, Müslüman ülkeleri mezhep çatışmaları, etnik gerilimler ve siyasi istikrarsızlıklarla meşgul ederek kendi çıkar alanlarını genişletmektedir.
Bu durum, sadece dış güçlerin manipülasyonuyla açıklanamaz. İç dinamiklerdeki zafiyetler, yöneticilerin kısa vadeli çıkarları, demokratik eksiklikler ve adalet sistemlerinin zayıflığı da önemli rol oynamaktadır. Siyasi uyanış, sadece bir iktidar değişikliğiyle değil, aynı zamanda bireysel ve toplumsal bilinçlenme ile mümkündür.
Kendi kadim kültürel yapısını güncelleyerek öz kökleri üzerinde inşa süreci ve adalet eksenli bir bilinçle insanlığa rehberlik etmekle mümkündür.
Çözüm Arayışı Bilim, Ahlak ve Kardeşlik Üzerine Bir İnşa İle Mümkündür
Toplumların yeniden inşası, ancak bilimsel düşünce, saf İslami değerler, insani değerler, ahlaki değerler ve toplumsal dayanışma ile mümkündür. Bilimin, ilimin ve vahyin ışığında bir kardeşlik atmosferi yaratılmadıkça, iki yakamız bir araya gelemez. Çünkü hakikatin peşinde koşmak, yalnızca bilgiyle değil, o bilginin adaletle yoğrulmasıyla anlam kazanır. İnsanlığın hakla,hukukla,ahlaki değerlerle harmanlanması gerekir.
Küresel barışın temeli, bireysel ve kolektif vicdanın yeniden inşasıdır. Bu noktada umut, pasif bir bekleyiş değil, aktif bir eylemdir. Çünkü umudu canlı tutmak, adalet için mücadele etmekle mümkündür.
Her umut birer tohumdur günü gelir binler umut yeşerir.
Maalesef maalesef