İnsan, varlığının anlamını ararken ilk olarak vicdanıyla yüzleşir. Bu yüzleşme, bireyin yalnızca kendi iç dünyasını değil, aynı zamanda ötekine, topluma ve tüm varlığa karşı sorumluluğunu da belirler. Bu nedenle vicdan, sadece ahlaki bir duygu değil, aynı zamanda bireyin insanlıkla kurduğu en sahici bağdır. Ancak modern ve postmodern dünya sistemleri, bu bağın şekillenmesini büyük ölçüde iktidar ve ideoloji ekseninde yeniden dizayn etmektedir.
Bugün küresel ölçekte egemen olan sistemler—ister liberal demokrasi, ister otoriter rejimler, isterse teokratik yapılar olsun—çoğunlukla bireyin vicdanına değil, itaatine değer biçmektedir. Liberal sistemler bireysel özgürlük söylemi üzerinden bir çeşit rıza üretirken, otoriter yapılar mutlak sadakati idealize eder. Teokratik sistemler ise dini, genellikle bir ahlak ilkesi değil, bir egemenlik aracı olarak konumlandırır. Sonuç olarak farklı sistemler farklı yöntemlerle de olsa aynı amacı güder: itaat eden bireyler üretmek.
Bu bağlamda Michel Foucault’nun “disiplin toplumu” ve “biyo-iktidar” kavramları, bireyin bedenine ve düşüncesine yönelen denetim biçimlerini anlamamıza yardımcı olur. Modern sistemler artık yalnızca bireyin eylemini değil, niyetini ve vicdanını da gözetim altına almak ister. Çünkü özgür düşünen, sorgulayan ve vicdanıyla hareket eden birey, her sistem için potansiyel bir tehdittir.
Küreselleşme, kapitalizm, teknolojik gözetim ve dijital medya çağında bu denetim daha rafine ama daha derindir. Algı yönetimi, post-truth (hakikat ötesi) siyaset ve dijital manipülasyonlar yoluyla bireyin vicdanı, hakikatin yerini almış kurgulara teslim edilir. Böylece insan, özgür bir özne olmaktan çıkar, sistemin içinde evcilleştirilmiş bir nesneye dönüşür. Düşünce üretimi yerine “doğru düşünce” dikte edilir. Ahlak değil, aidiyet kutsanır.
Dinin de bu sistemler içinde araçsallaştırılması, farklı coğrafyalarda benzer trajedilerin doğmasına neden olmaktadır. Birçok ülkede din, ya devletin ideolojik aparatı hâline getirilmekte ya da popülist aktörlerin elinde bir meşruiyet silahı olarak kullanılmaktadır. Bu durum, dini bir inanç ve ahlak kaynağı olmaktan çıkarır, onu bir kimlik ve tahakküm aracına dönüştürür. Böylece dini anlamda samimi olanlar ya “marjinal” ilan edilir ya da sistem dışına itilir.
İşte bu bağlamda, dünya sistemlerinin temel sorunu; ahlakı ve vicdanı değil, kimliği ve itaati merkeze almasıdır. Oysa gerçek dönüşüm, kimlikler üzerinden değil, vicdani temellerle mümkündür. Bir toplumun ya da sistemin ilerlemesi; ne kadar sadık yurttaş ya da inançlı birey ürettiğiyle değil, ne kadar vicdanlı, adaletli ve sorumlu insan yetiştirdiğiyle ölçülmelidir.
Toplumların kendi acılarıyla yüzleşebilmesi, ancak doğru teşhisle mümkündür. Acının kaynağını inkâr eden sistemler, onu tedavi edemez. Vicdanı bastırarak düzen sağlamak, sadece sessizlik üretir ama sükûnet değil. Bu nedenle küresel sistemlerin yeniden inşası, ancak bireyin vicdanının merkeze alındığı etik bir paradigma ile mümkün olabilir. Aksi hâlde insanlık, teknik ilerlemesine rağmen ahlaki olarak sürekli geriye düşecektir.