“Urfa’ya gelen ağlar, giden ağlar” sözünün sık sık söylendiği zamanlarda, Urfa’nın yaz sıcakları gündüz bir başak yakardı şehri. Susuzluktan toprak, sıcaklardan dudaklar çatlardı. Klima, vantilatör yoktu. Evlerin en serin yerleri eyvanlar ve zerzembelerdi. Ev halkı, evin en serin yerlerinde günün sıcağını geçirmeye çalışırdı.
Çarşıda esnaf ilk fırsatta cami eyvanlarında uzanarak ya da caminin Halil u rahmandan gelen suyuna ayaklarını daldırarak serinlerdi.
Bağ ve bahçeleri olanlar yaz başında bağa-bahçeye çıkar güz ortalarına kadar şehre inmezlerdi. Esnaftan bazıları da şehre yakın mağaralara arkadaş topluluklarıyla yatıya gider, gündüz işlerine döner, ikindi namazından sonra da ihtiyaçlarını tedarik ederek, şehrin sıcak havasından bir nebze uzaklaşmak için tekrar mağaralara dönülürdü.
Gün batması ile akşam yıldızlarını semaya serpiştirdiğinde, hava yumuşayıp serinlediğinde, müzik sesi gündüzün kuş seslerinin yerini almaya başlar. Mağaralardan mağaralara hoyrat atışmaları ağustos böcekleri sesleri arasında, gecenin serin rüzgârına tutunarak tâ şehre ulaşırdı.
Şehir merkezinde yaz gününün akşamı insanlar avluda ki sekki’ye serdikleri keçenin üzerinde çift yün yastığa yaslanarak, erkekler inhisar tütününden sardıkları sigaralarını dumanlarken, kadınlar bir yandan ince belli bardaklara çay doldurur, bir yandan gündüzün sıcağında yapamadıkları kış hazırlıklarını yetiştirmeye çalışırlar. Akşam serinliğinin verdiği rehavetle laf lafı açar, çay kaşıklarının ince bardakta çıkardıkları sesler eşliğinde sohbet kervanı geceye doğru yol alırdı.
Bazı gençler sıcak günün yorgunluğunu manevi havanın yoğun olduğu anzılha da atar, bazıları da hafta sonuysa yazlık sinemada geçirirdi zamanını.
Surlar içerisinde kalan yapılar eski ve taş yapılardı. Bu yaşlı şehrin birçok sokağında yorgun ve bakımsız evler, duvarlar yıkılmış, ya da sıvaları dökülmüş duvarlarda yetişkin bir insanının ellerinin yumruk şeklinde rahatlıkla gireceği büyüklükte boşluklar vardı.
Yaz aylarının sıcak geçmesinden (o zamanlarda bu kadar çok zirai ilaçlar ve belediyenin imkânları yoktu. Hatta bir ara belediye karasinekle mücadelede yetersiz kalınca, halkın da yardımcı olması amacıyla, kilo ile ölü sinek almaya başlamış) evlerde haşere çok olurdu. Her an bir yerden bir haşere çıkması mümkündü.
Gecenin serinlemesiyle bu haşereler saklandıkları yerlerden çıkarlardı. Bunların en tehlikelisi akreplerdi. Akreplerin de en tehlikelisi sarı renkte olanlarıydı. Bazılarının kıskaç/iğne(Gizzik-Urfalıca)lerı çok güçlü olurdu.
Sağlık müdürlüğü bu akrepleri ölü/diri (Öldürülürken gördüğü zarara göre) para ile alırdı.
Akrep yakalamak/akrep avcılığı bazı gençler için eğlence, bazıları için para kazanmaktı.
Hava kararınca akrep avcıları birkaç kişilik guruplar halinde kimisi el feneri, kimi fanus alır, ellerinde maşa, şiş veya şişe/kavanozlarla akrep yakalamaya çıkarlardı. Duvar dip ve oyuklarını, taş aralarını, yoklarlardı. En çok akrep harabe yerlerde olurdu. Bu avdan eli boş dönen olmazdı. Mutlaka yakalarlardı. Hava ne kadar sıcaksa akrep avı da o kadar bereketli olurdu.
Akrepler fazla hırpalanmadan yakalanmaya çalışılırdı. Kuyrukları ezilen ve fazla zarar görenler eksik paraya alındığından maşa ile yakalayıp kavanoza koymaya çalışırlardı. Kaçanları da şişleyerek yakalar öldürürlerdi.
Yakalanan akrepler gündüz ayıklanıp, vilayet binasında bulunan sağlık müdürlüğü görevlilerine teslim edilir, parası alınırdı.
Bir zamanlar kendi masalını kendi yazan bir masal şehriydi Urfa…