Türkiye’de bilgi ve bilgelik çok revaçtadır. Bilgi adına salt bir düşünce ortaya sürüldüğü vakit sabahlara kadar tartışmalar yürütülebilir. Sorular ardı sıra katar gibi dizilir ortaya. Alkışlar, bravo nidaları ve yüksek sesten çalınan ıslık sesleri havaya yükselir şafağın aydınlığına kadar.
Ancak yapılması veya değişmesi gereken davranışlara yönelik bir ilim, bir söylem; ne ilgi görür ne de rağbet. Alaka yok denecek kadar kıt kalır. Bu da ne yazık ki bilgiçliği doğurmaktadır. Bu yönüyle baktığımız vakit insanlarımız sadece(!) bilgedirler. Sadece bilginin peşindedirler. Yaşama dokunmayan, hayatı düzenlemeyen, ticarete karışmayan, haksızlıkları ortadan kaldırmayan, adaleti sağlamayan, zulmü ortadan kaldırmayan bir bilgi…
Ne yazık ki tolum olarak bilgelik taslamaya başladığımız andan bu yana ilim ve irfandan mahrum kaldık. İlim ve irfan olmayınca da her şey birbirine karıştı.
Nasıl da sosyal hayattan çıkardılar dini. Nasıl da “Din; buraya karışmaz, şuraya dokunmaz, oraya el atmaz, öyle bir şey demez, zaman değişti, mekan değişti, şartlar aynı değil.” diyerek yaşamdan uzaklaştırdılar. Nasıl da vicdana hapsettiler. Nasıl da bir iki davranışa indirgediler. Yaşadıklarını nasıl da din sandılar. Nasıl da dinden uzak söz ve eylemleri dinin merkezine koyarak içten içe avunmaya çalıştılar. Nasıl da bilgiyi ilim diye yuttular. Nasıl da bilge kişileri alimlerin yerine oturttular. Nasıl da ilmin ana kaynağı Kur’an ve Sünnetin yerine kendi elleriyle yazdıklarını koydular…
Madem ki cennet bir tanedir. Madem ki cehennem bir tanedir. Madem ki kıyamet tek bir sefer gelecek ve bir sefer öleceğiz. O halde ya peygamberler gibi yaşayacağız ve düşüneceğiz ki cennetle müşerref olalım. Ya da Firavun, Nemrut, Ebu Leheb veya Ebu Cehil gibi düşünmek ve yaşamak suretiyle de cehenneme duçar kalacağız. Tercih elimizde. Seçenekler var önümüzde. Hür bir iradeye de sahibiz. Hodri meydan! Cennet mi cehennem mi hep beraber göreceğiz?
Ya Müslüman olacağız sözlerimizle, eylem ve düşüncelerimizle ya da inkar ederek Nemrut ve Firavun gibi bir varlığa dönüşeceğiz. Üçüncü bir yol yok bizim önümüzde.
İslam’ın müntesiplerine sunduğu düşünce ve yaşam biçimi ile cahiliye düzenlerinin tebasına empoze ettiği düşünce ve yaşam biçimleri biri sağdan diğeri soldan işleyen bir trafik gibidir. Birbirine hiçbir şekilde benzeyemezler ve yaklaşamazlar. Bir araya da gelemezler. Çünkü biri her şeyi Allah’tan bilmektedir. Diğeri tüm iş ve işlemleri kendisine göre kurgulamakta ve sergilemektedir. Allah’ın ortaya koyduğu kural ve kaidelere göre hareket etmek ile insanların oluşturduğu kural ve kaidelere göre bir yol oluşturmak ve bir ömür boyu bu minvalde yürümek birbirlerine benzerler mi hiç?
Firavun, Nemrut, Ebu Leheb veya Ebu Cehil gibi düşünerek, konuşarak ve yaşayarak Hz. Muhammed (s.a.v.) ile aynı ortamı (cenneti) paylaşmayı istemek mümkün olmasa gerek. Hak, hukuk ve adalete uymayan bir istek. “Ayetlerimizi yalanlayanlar ve o ayetlere uymayı kibirlerine yediremeyenler var ya, onlara göklerin kapıları açılmaz. Onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete de giremezler! Biz suçluları işte böyle cezalandırırız.” (A’raf/40)
Özgürlük bir başka güzel. Herkese nasip olmaz. Herkesin anlaması mümkün de olmaz. Özgür olmayan bireylerin özgürlüğü tarif etmesi serabı deniz sanma gibi bir şeydir.
Düşünebiliyor musun hiç bir insana, hiçbir puta, hiçbir taşa tapmıyorsun. Hiçbir şeyin önünde el pençe divan durmuyorsun. Hiç bir insanı ilahlaştırmıyorsun. Her insana olması gereken değeri, alması gereken hakkı, hukuku veriyorsun. Ne kendini ne de çevrende var olan kişileri ilah yerine koyuyorsun. Atalar dinine göre birilerini kutsamıyor, el üstünde taşımıyorsun. Varlıklara sadece birer varlık muamelesini uyguluyor, şeytana elinin tersiyle güzel bir şamar indirebiliyorsun. Hiçbir varlığın emir ve yasaklarına, kural ve kaidelerine, örf ve adetlerine, gelenek ve göreneklerine göre davranmıyorsun, bir hayat kurgulamıyorsun, bir yaşam felsefesi oluşturmuyorsun kendine. Hayatına kimseyi ortak kılmıyorsun. Kimselerin emir ve direktifleri doğrultusunda bir yaşam da sürdürmüyorsun.
Rabbim ve ben...
Sadece ve sadece seni yaratan Yüce Yaratıcıya boyun eğiyorsun. O’nu dinliyorsun. O’nun bildirdiklerini okuyorsun. O’nun dediği yolda yürüyorsun. Seni senden daha iyi bilene tapıyorsun. Alnın O’nun huzurunda yere değiyor. İnsanlar üstü ilahi kanun ve kuralları uyguluyorsun hayatında. Bedenini ve ruhunu şekillendiren, rızkını veren, nefesini düzenleyen, bir hayat bahşeden ile irtibata geçiyorsun. O’na el açıyor ve dua dua O’ndan istiyorsun. Kimseden gamın yok. Minnet duymuyorsun hiçbir varlığa. Ne büyük bir özgürlük. Bundan daha büyük bir özgürlük mü olur?
Unutma ki! Varlıklara verilmesi gerekenin fevkinde gösterdiğin her değer, o varlığın başkalaşım geçirerek ilahlaşmasına sebebiyet verebilir. Erkeğe, kadına, çocuğa, mala, mülke, paraya, pula, makama veya mevkiye verilmesi gerekenin üstünde değer biçmen onların ilahlaşmalarına yol açar günün birinde. Gel zaman git zaman ilahlaşanlar senden kulluk ve kölelik isterler.
Cahiliye toplumlarının en önemli özelliği bireylerin, çok tanrılı birer dinleri olmaları değil miydi?
İlahlaştırdığın bir varlığa söz söyleyemez, onu terbiye edemezsin. Ona sahip olması gereken ahlakı, ona nasıl davranacağını belletemezsin. Ona yol ve yordam gösteremezsin. Oturmasını ve kalkmasını öğretemezsin.
O bir ilahtır artık. Çünkü ilahlar söz dinlemezler.
Bireysel ve toplumsal sorunlarımızın temelinde ilahlaşma sorunu yattığını söylersen abartı yapmış olmam. Boşanmaların, cinayetlerin, hırsızlıkların, cehaletin, taşa ve puta tapmanın, zulüm ve haksızlığın, adaletsizliğin ana sebebi bu söylediğimiz meseleden başka bir şey olduğunu söyleyemem. Kendi ellerimizle ilahlaştırdığımız nesnelere kul ve köle olmadığımız veya baş kaldırdığımız zaman sorunlar çığ gibi büyüyecek ve olmadık yerden olmadık sorunlar paydahlanacaktır. Huzur ve mutluluk kalmayacak ortalıkta.
Geriye dönmemiz ve karşılaştığımız sorunların temeline tarafsız bir şekilde odaklanmamız şart. Tek bir sorunla karşılaşacağımızdan eminim. O da yaratılmışlara (yani nesnelere) olmadık şekilde izafe etmeye çalıştığımız yüceltme durumları olduğunu müşahede edeceğiz. Eğer hala görmüyorsak, o zaman tutsak olduğumuzu kabul etmek ve “ilah” kavramı üzerinde biraz daha durmak zorundayız.