Her nefis ölümü tadıcıdır. Allah’ın canlılar için takdir etmiş olduğu mukadder olaydır ölüm. Türkiye’ye karşı son 12 yıldır her türlü ihanetin, komplonun, darbenin, cinayetin, terör faaliyetinin, yalan, dolanın ve hırsızlığın içinde yer almış olan Fethullah Gülen de ölür. Öldüğü, hatta ölmeden önceki bütün ölüm haberleri üzerine hakkında herkesin hemen verdiği tepkiler akıbet açısından gerçekten ibretlik bir manzara arz ediyor.
İnsanlar ölürler ve arkalarında kalanların onlar hakkında şahitlikleri olur. O şahitlikler mutlak olmasa da ölenin iyiliği ve kötülüğüne dair ön kararlardır. 17-25 Aralık’tan hemen önce ölmüş ölse muhtemelen herkes tarafından bir ermiş muamelesi görebilecek olan Gülen’in 17-25 Aralık süreciyle birlikte başlayan ve 15 Temmuz’la birlikte bir karara varan algısı, önceki olumlu algıları da tam tersine çevirerek bir kötülük hikayesinin toplamına dahil etmiş oldu.
Gülen’in altmışlı yıllardan itibaren başlayan ve 20 Ekim günü itibariyle ABD’de, İslam’a, Müslümanlara hatta bütün insanlığa savaş açmış Siyonist ABD’nin himayesi altında bir hastanede sona eren hikayesi, baştan başa ibretlik bir hikâye. Müslümanın velayetinin, sadakatinin, kimlere ve kimlerle olması gerektiğine dair yitirilen pusulanın insanı nereye kadar savurabileceğine dair ibretlik bir hikâye. Allah’ın verdiği ilmin ve imkanların satışa çıkarılmasının karşılığında temin edilebilecek kazancın ne kadar boş ne kadar hayali ve sonunun nasıl bir hüsran olduğunun da ibretlik bir sahnesi.
Gülen ve “ölüm” sözcüklerini birlikte düşündüğümde aklımda her seferinde kalan şey onun o ince hesaplarının, o derin stratejilerinin içinde ölümün ne kadar devre dışı olduğuydu. Kişisel olarak da hayatı çok seviyordu, sağlığına çok düşkündü ve en küçük sağlık sorununu bile kendi söylemlerinde bir dramaya dönüştürebiliyordu. ABD’ye sağlık gerekçeleriyle sığınmıştı mesela. Şekeriydi, tansiyonuydu, kalp rahatsızlığıydı derken 85’i bulmuş bir ömrün tamamında kendi sağlık sorunlarını bütün dünyanın sorunu haline getirebiliyordu. Hastalıktan çok yaşayıp yaşattığı bir hastalık hastalığıydı; hayata obsesif derecede bağlılığın enteresan bir tezahürü. Günde onlarca vitamin hapı almaya daha gençlik yıllarında başladığı söyleniyordu. Kendi söylemine bakıldığında Allah’a kavuşmaya can atan birinin tavrı olamazdı bu. Bin yıl yaşamayı isteyecek kadar hayata bağlılık, ahireti de Allah’ı da aslında tabiatı itibariyle devre dışı bırakan bir kişiliği gösterir.
Ölümü hiçbir zaman hayatına dahil etmemiş bir hareket olduğu için Filistinlilerin mücadelesini küçümsedi. Güçlü insanlardan, dünya iktidarlarından korktu, korktuğunu da sürekli belli ederek güce tapınmayı bir ahlaki düstur olarak işlemiş oldu lisan-ı haliyle. Güce karşı biraz daha hayatta kalmak uğruna eğilip büküldü, Allah’ın ve bu milletin kendisine bahşetmiş olduğu şerefli konumları az bir pahaya sattı, izzet yerine zilleti, şeref yerine bu dünyanın en üstünü zannettiği güçler nezdinde kabul aradı durdu Gülen.
Müslümanlardan çok, güç sahibi müstekbirler nezdinde kabul aradı hep. Allah’tan çok Allah’a düşman olan dünya müstekbirlerinden korktu. O yüzden ne Türkiye’de ne de örgütünün faaliyet sürdürdüğü dünyanın hiçbir yerinde hiçbir zaman İslami hareketlerle arası hoş olmadı, onlarla yakınlık kurmadı. Türkiye’de Erbakan’a ve Millî Görüş hareketine hep bir mesafesi oldu. 28 Şubat’ta tavrını açıkça darbecilerden yana koydu. Aslında orada yaptığı hamleler 28 Şubatçıların bile planlarını kendi planının bir parçası haline getirecek kadar stratejikti. Ama bütün bu stratejinin nihai amacı Türkiye’de İslam’ın gelişmesi, güçlenmesi, İslam’ın mesajının adaletiyle, doğruluğuyla, güzelliğiyle tezahür etmesi değil, bilakis kendi iktidar arzusunun maksimum tahakkukuydu.
Erdoğan’la bile ancak Erdoğan fiili olarak ve uzun vadeli bir iktidar ufku göründüğü andan itibaren iyi ilişkiler kurmaya çalıştı. Ama bu ilişkide bile hiçbir zaman samimi olmadı. Erdoğan güçlü olduğu için ona yanaştı. Yaklaştığı ne Erdoğan’dı ne de Erdoğan’ın temsil ettiği siyasi hareket veya programdı. Tesadüfe bakınız ki, Erdoğan’la yollarının ayrılmaya asıl başlaması Erdoğan’ın İsrail’e karşı Filistin davasına güçlü biçimde sahip çıkmaya başlamasıyla aynı dönemlerde oldu. Davos’ta homurtular başlamıştı. Mavi Marmara hadisesinde ise açıkça “otoriteden izin almadan böyle bir harekete girişmek yanlıştı” diyerek Erdoğan’dan kategorik olarak ayrı olduğunu o çok korktuğu veya temsil ettiği güçlere bildirmiş oldu.
Yine tesadüfe bakınız ki, onun güçlü zannettiği, kendisini kurtaracak zannettiği ABD’de tam teşekküllü mükemmel bir hastanede son nefesini verdiği gün dünyaya başka bir ölümün görüntüleri yansıyordu. İki ölüm arasındaki fark siyah ve beyaz arasındaki kadar açık bir farktı.
Allah’ın verdiği ömürden başka bir ömrümüzün olmadığı, o ömrün bir dakikasına, bir saniyesine bile hükmetmiyor olduğumuza inanan Gazze yiğitlerinden komutan Yahya Sinvar’ın şehadetinden bahsediyoruz. Sinvar ömrünün 23 yılını Gülen’in tapasıya çekindiği “Güney’deki devlet”, yani İsrail’in zindanlarında işkenceler altında geçirmiş bir mücadele adamıydı. Önceki Hamas siyasi kanadının lideri İsmail Heniye şehid düştüğünde devraldığı liderliğin ucunda şehadet olduğunu çok iyi biliyordu. O makam insanların başına dünyada konan insanların bildiği anlamında bir talih kuşu değil. O makam bir şehadet sırasıydı ve Yahya Sinvar bu makama bilerek isteyerek ve can-u gönülden razı oldu.
Gülen’in ve onun gibilerin Allah’tan korkar gibi, hatta ondan çok korktukları Siyonist İsrail’in korkulacak hiçbir tarafının olmadığını, insan hayatına ve ölümüne sadece Allah’ın hâkim olduğunu adı gibi biliyordu Sinvar. Onu çok iyi bildiği için mücadeleye ölümün de dahil olduğu bir yolda tereddütsüz ilerledi. O yüzden ölümü bir ümmetin dirilişi gibi, kıştan sonra gelen bir bahar gibi bütün dünya mazlumlarının yüreğine su serpen bir moral oldu.
Öyle bir ölüm olur muymuş diye sorardık böylesini görmesek ve böylesini sadece duymuş olsak. Ama işte tam da böyle oldu. Allah bu görüntüyü hem de İsrail’in kamerasıyla gösterdi bütün insanlığa. Son nefesine kadar düşmanla çarpışırken, en son sağ eli kopmuş yaralı haliyle düşman dronuna fırlattığı asa, drona değmedi belki ama bütün münafıklara, ikiyüzlü lider bozuntularına, zalimlerden, ölümden korkan insanların kalbine isabet etti bile.
Ölümden korkuyorum diyordu Sinvar, evet, ama döşeğinde, yaşlı develerin ölümlerini beklediği gibi veya koronadan veya bir hastalıktan dolayı ölmekten korkuyordu. Çoook güçlü sanılan düşmanla savaşırken ölmekten hiçbir zaman korkmadı, hatta hayatı boyunca o ölümü aradı ve sonunda buna kavuştu. Her ikisi kendi arzuladıkları şekilde ölmüş oldular.
Ama hiç kuşkusuz Sinvar’ın ölümünün ucunda bu dünyada şeref ve gurur öbür dünyada hayat var, diğerinin ölümünün ise bu dünyada açık bir zillet ve zavallılık diğer dünyada ise hüsran var.