İsrail’in 7 Ekim’den bu yana Gazze halkına karşı uyguladığı emsalsiz soykırım 11. Ayını da doldurmak üzere. İsrail her gün kendi vahşet ve cürüm çıtasını aşarak soykırımına devam ediyor. Dünyada akıl, izan ve vicdan sahibi herkes bu olup bitenlere isyan ediyor, ama bu isyanların, itirazların hiçbiri gözü dönmüş İsrail’i durdurmaya yetmiyor. Çünkü bu insanlık dışı katliamların, soykırımın failleri ABD tarafından korunuyor, Avrupa devletleri tarafından aklanıyor ve Arap ülkeleri tarafından da beklentilerle seyrediliyor.
İsrail’in saldırganlığını 7 Ekim’den sonra Hamas’ın saldırısına karşı bir cevap olarak aklamaya çalışanlar da var. Sanki 7 Ekim’den önce İsrail kendi halinde, barış ve adalet dağıtan normal bir ülke imiş gibi. Yüzyıldır işlenen Yahudi mağduriyeti üzerinden oluşturulan devasa bir iktidar alanı var. İsrail’i var eden Siyonizm bu mağduriyet üzerinden ne hikayeler üretti, ne masallar uydurdu da milleti ayakta uyuttu şimdiye kadar.
Bu mağduriyetten İsrail gibi bütün insanlığın başına musallat olmuş canavar bir yapının çıkmış olması devasa bir medya ve iletişim sektörünün, stratejik bir iletişim faaliyetiyle mümkün olmuştur. Şimdiye kadar hep bu kadar mağdur bir kavimden nasıl bu kadar canavar bir yapının ortaya çıkmış olabildiği üzerinden sorgulandı süreç. Medya illüzyonlarının becerilerine vakıf oldukça bu canavarlıkta bir yapının geçmişte yaşamış olduğu iddia edilen mağduriyetlerin gerçekliğini sorgulamak gerektiği de ortaya çıkıyor. Bunu sorgulayanların başına geçmişte neler geldiğini biliyoruz (Garaudy mesela), ancak bugün ortada artık çok daha veri sözkonusu. Esasen 7 Ekim’le birlikte Siyonizmi tolere eden batı-merkezli değerler dünyasının bütün ikiyüzlülüğü, sahteliği ve kofluğu ayan beyan ortaya çıkmıştır.
Tabii nasılsa ortaya çıkmış diye yan gelip yatmamak lazım. Bunları belgelemek lazım, duyanlara duymayanlara en etkili biçimde anlatmak, göstermek lazım. Belgelenmeyen şey, ne kadar ayan beyan yaşanmış olsa da unutulabiliyor, unutuluyor. Unutulunca da tekrarlaması daha bir kuvvetle muhtemel oluyor.
Geçtiğimiz Cumartesi günü İstanbul’da bu yönde iki belgesel çalışmasının sunumu vardı. Biri TRT World tarafından hazırlanmış olan “Kutsal İşgal” başlıklı bir belgesel. 7 Ekim’den 2 ay sonra Batı Şeria’daki (Gazze değil) “yerleşimci” olarak bilinen gaspçıların arasına sızarak ortaya çıkardığı belgesel, bu gaspçıların dünyanın birçok yerinden nasıl bir dinsel motivasyonla gelip Filistinlilerin topraklarına nasıl bir iştahla el koyduklarını gösteriyor. Bu gasp hali, İsrail işgalinin rutin uygulama pratiği ve yıllarca Batı medyasında bile bu “yerleşimcilik”, Yahudilerin tarihte maruz kaldıkları Holokost veya sair haksızlıkları dair hikayeler eşliğinde mazur, hatta olabildiğince masum bir eylem olarak görüldü. Topraklarını gasp ettikleri Filistinlilerse sanki kendilerine tarih boyunca zulmetmiş insanlarla eşleştirildi.
Bu, Siyonist projeye hizmet eden batı medyasının olayı yansıtma biçimiydi tabii. 7 Ekim’den itibaren bu yerleşimlerin “gasp” boyutu bütün dünyada çok daha fazla görünür hale gelmeye başladı. Bu da 7 Ekim’in büyük bedel ödeyerek de olsa Filistin davasına büyük katkılarından biri oldu.
TRT World’un belgeselinde bu yerleşim programına gönüllü olarak katılıp dünyanın birçok yerinden gelen Yahudilerin ardındaki dinsel motivasyonlar çok çarpıcı bir biçimde dikkat çekiliyor. Bu Siyonist teoloji özü itibariyle nefret dolu, insanlığa dair vaat ettiği hiçbir iyilik yok.
Kendisi gibi olmayan bütün insanlara karşı nefretten, aşağılamadan ve düşmanlıktan başka bir duygu telkin etmeyen bu teoloji elbette Yahudiliğin sahih inancı olamaz. Bu sapıkça insan eli değmiş ve insanlık için son derece tehlikeli teoloji bugün Gazze’de işlenen soykırımı yine dinsel gerekçelerle meşru gösterebiliyor. Bütün insanlığın vicdanını sızlatan her bir çocuğun ölümü bu çürümüş kalplerde zerre üzüntü oluşturmuyor bilakis büyük bir coşkuya yol açıyor. İnanılması gerçekten çok zor bir şey. Bu nasıl bir inanç, nasıl bir değer dünyası, nasıl motivasyon? Asırlardır Müslümanların ensesinde barış, kılıç, insan hakları, dinsel hoşgörü, dinsel bağnazlık, demokrasi, bilim, akıl, özgürlük vs. bozaları pişiren oryantalist batı dünyası bu bağnazlığa dair şimdiye kadar bir satır şey yazdı mı? Yazmadı.
Oysa bunlar yeni bir aydınlanma kasırgası estirecek gerçekler ve bu gerçekleri en çarpıcı biçimde duyurmak uyuyanların uyanmasına vesile olacaktır.
İkinci belgesel ise Aljazeera tarafından düzenlenmiş ve 7 Ekim’den bu yana her adımında kendini aşan vahşilikte seyreden soykırımın sadece bir olayına, Şifa Hastanesine yönelik saldırılara odaklanmış.
Aslında yaklaşık 11 aydır işgalci rejimin hangi saldırısına odaklanılsa benzer bir vahşilik, gaddarlık ve insanlık suçu boyutu en çarpıcı biçimde gösterilebilir. Okullara, mabetlere, yayın kuruluşlarına, gazetecilere yönelik hepsi de kasıtlı saldırıların her biri İsrail’in ve arkasındaki bütün güçlerin en açık suçluluğunu ifşa eder. Ancak bu olaylar arasında Gazze’deki Şifa Hastanesi’nin defalarca bombalanması, kuşatılması ve içerideki hastaların öldürülmesi veya yatağındaki hastaların, yaralıların zorla sürüklenerek çıkarttırılmasını konu alan belgesel de Aljazeera’nın belgesel kalitesiyle hazırlanmış. Etkinlik İnsanlık İçin Kayıt Altında İnisiyatifi ile Aljazeera ekibinin ortak organizasyonuyla İstanbul’da gösterime sunuldu.
Sunum öncesinde, dünya genelinde Filistin yanlısı çalışmalarıyla tanınan sanatçılar, siyasetçiler ve öğrenci aktivistlerin yer aldığı özel bir panel düzenlendi.
Her iki belgesel İsrail’e dair dünyadaki bütün anlatıların tersyüz edildiği, yeniden inşa edildiği bir süreç içinde önemli adımlar. Asıl büyük adımı 7 Ekim’de Gazze’nin yiğitleri sahada attı. İsrail bu büyük adım karşısında afalladı ve o günden beri işlediği bütün insanlık suçlarıyla hem kendisinin hem de kendisini destekleyen koca bir medeniyetin gerçek yüzünü ortaya koyuyor. Geriye bütün bunları sağlam ve güçlü bir şahitlikle ortaya koymak kalıyor.
Yine de birbirinden önemli bu iki belgeselin sunumu için neden aynı günün tercih edildiğini sorarak bitireyim. Belki birbirini tamamlayan çalışmalar ama ikisinin aynı gün içinde sunulmasının toplam etkilerini azaltma ihtimali değerlendirilmeliydi.
Kaynak: Yeni Şafak