Önceki iki yazıda hangi etnik kökene dayanıyor olursa olsun, milli/ulusal bir hareketin müslüman bakış açısından rahatsızlık verici iki önermesine işaret etmiştik: İlk önerme egemenliğin her türünü Tanrı’dan (Hıristiyanlık’ta Kilise’den ve ruhban sınıfından, İslam’da Münzel Şeriat’in amir hükümlerinden) alıp halka/ulusa vermekte, diğeri Allah’ın mülkü olan yeryüzünü “vatan” adı altında parçalayarak ve temellük ederek laikleştirmektedir.
Bu iki önerme üçüncü önermeyi zorunlu kılar: Vatan adı altına temellük edilmiş bir toprak parçası üzerinde yaşayan ahali artık kurucu gücün, istisnai zamanlardan istifade edip devlet kuran zümrenin seçtiği kimliğin uyruğu olacaktır, olmak zorundadır. Aksi halde “vatandaş” olma hakkını/avantajını kaybeder veya “makbul vatandaş” olma imtiyazını kaybettiğinden her türlü baskıya, asimilasyona, etnik arındırma ve hatta jenosite maruz kalabilir.
Mesela Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kuruluş yıllarında yeni bir “Türk kimliği”nin inşaı çalışmaları sırasında yüzlerce kafa tasının ölçümleri yapıldı, Türk Sanat Müziği (TSM) yasaklandı, kılık kıyafet inkılapları yapıldı, İslam’ın başlangıcından itibaren dünyanın her Müslüman bölgesinde Arapça okunan ezan Türkçe okutuldu vs.
En tipik ve veciz ifade Kurucu Kadro’nun şapka giymeyi mecburi kıldığında halka “Sizi böyle görmek istiyoruz” demesiydi. Tabii ki her şey “halk için” idi ama “halka rağmen” idi.
Yine önceki iki yazıda batı sosyolojisinin benimsediği tarihi dönemleri ve toplumları sınıflandırma kategorileri (Bu tezin kritiği için bkz. Rene Guenon, Modern dünyanın bunalımı, Çev. Nabi Avcı, Yeryüzü y. İstanbul-1979) ile gerek genel olarak doğuluların, gerekse müslümanların benimsediği dönemler ve sınıflandırmalar arasında fark olduğuna işaret etmiştim. (Müslüman tarihçilerin kronoljik sınıflandırması için bkz. Tarihu’t Taberi, (Arapça baskı: Daru’l maarif, 1967). Türkçesi: Cemalettin Saylık, Ankara Okulu y. Ankara-2018. Cilt: 1. Taberi, tarihe “zaman öncesi”nin zikriyle başlar, tarihi Hz. Adem’le başlatır, sıra ile peygamberlerin gelişini takip ederek yaşadığı döneme kadar olay ve olguları aktarır.)
Benim bakış açımdan Gündönümü’ne benzetmemiz mümkün olan tarihte üç ana dönem söz konusudur: Bunlar da Kurûn-u uvlâ, Kurûn-u vustâ ve Kurûn-u uhrâ’dır. Biz Gündönümü’nün İkindi Vakti’ndeyiz, Hz. Muhammet (s.a.) “İkindi Vakti’nin Peygamberi’dir (Nebiyyü’l Asr).” Gurub’a doğru hızla yol almaktayız. Hız giderek artmaktadır, 1750 yılına kadar dünyanın nüfusu 500 milyon civarında iken, bugün 8 milyara çıkmış bulunuyor. Dünya nüfusunu kontrol etmek ve mümkünse geriletmek üzere türlü türlü plan ve politikalar geliştiren küçücük bir zümre (mele’ ve mütref) amacına ulaşamayacaktır, yeryüzüne ömrü kadar uğraması takdir edilmiş de ruh üfürülmüş ne kadar cenin varsa annesinin rahminden çıkacak, sınanacak ve ait olduğu yurda dönecektir. Ferd-i vahid olarak tek tek insanların ve toplumların eceli olduğu gibi kainâtın da eceli vardır. “O’nun Zatı’ndan başka her şey helak olacaktır” (28/Kasas, 88).
Bu açıdan fizik yasası olarak yukarıdan aşağıya bırakılan cismin dibe yaklaştıkça nasıl hızı artıyorsa, nüfus da giderek geometrik olarak artmaya devam edecektir. Savaşlar, salgın hastalıklar, LGBT, ev hayvanlara bağımlık, nikahsız beraberlikler vb. nüfusu azaltmaya matuf tedbirler çare değildir.
Küresel beşeri tecrübenin bize gösterdiği üzere, doğruya en yakın sınıflandırma ilk toplanma-bir arada olma halinin (tecammu’) çekirdek formu ailedir. Dünyaya yapayalnız ve çıplak gelen ferd-i vahid insan gözünü ailede açar, kelime manasının da ima ettiği gibi aile “biri diğerine muhtaç ve bağlı iki ve daha fazla kişi”den teşekkül eder; beşeri tarihin ilk formudur, daha gelişmiş formlar onu takip ediyorsa da, ailenin alternatifi yoktur. Beşeri sosyal hayat aşiret, kabile, kavim, halk (şa’b) ve ümmet olarak sıralanır. Şanı yüce Allah, beşeri hayatın formları ve aktörleri olan söz konusu toplulukları bir maksat ve hikmet üzere yaratmış; ma’rifet, irfan ve ma’rufun bu beşeri formların karşılıklı tearufu sayesinde gelişip yayılacağını murat etmiştir (Geniş bilgi için bkz. Ali Bulaç, Kur’an Dersleri/Tefsir, VI, 385-388).
Bu sınıflandırmaya göre esasında hiçbir saf ırka dayanmadığından Türkler, Araplar, Peştular, Kürtler vd. müslüman toplulukları “etnisite” olarak değil “kavim” olarak isimlendirmek mümkün.
Bu durumda önümüze çıkan iki soru şudur:
Kavimlerin hakkı nedir? Model olarak ve bir kavmin bir asırdır süren Kürtlerin haklarını tespit ederken, her kavim için geçerli olan Kürtler için de geçerlidir.
Bu yazıda tarihsel ve aktüel olgu olarak içinde yaşadığı bölgeye, dinine, mezhebine, rengine ve etnik kökenine bakılmaksızın her kavmin dört temel hak ve özgürlüğe sahip olduğunu söylemek mümkün.
- Her kavmin, kendisi tarafından belirlenmiş ve deklare edilmiş kavim kimliğinin tanınması; bir başkası tarafından yapılan tanım veya isimlendirmenin reddedilmesi. Kişi veya topluluk kendini ne olarak beyan ediyorsa, kişi veya topluluk odur. Medine Sözleşmesi’nde Müslüman Blok’u teşkil eden kabileler tek tek zikredilmiş, siyasi birliğin kurucu özneleri sayılmıştır (Md. 2)
- Kavmin kendi ana dilini özgürce kullanması, çocuklarına öğretebilmesi, eğitimini ana diliyle yapma hakkına sahip olabilmesi (3/?Rum, 22).
- “Örf” niteliğindeki beşeri-toplumsal, maddi-manevi, gelenek ve göreneklerini özel, sivil ve kamusal alanlarda yaşayabilmesi, kendini ana dili ve gelenekleriyle görünür kılabilmesi (7/A’raf, 199; 49/Hucurat, 13).
- Daha kabule şayan olanı (ideal politik form) tahakkuk edinceye kadar fiili-pratikte verili olan sınırlar dahilinde yaşayan bir kavmin, diğerlerine göre sosyal ve ekonomik refah seviyesi “geri” ise, bölgeler arasındaki adil denge sağlanıncaya kadar, geri bölgeye takip edilecek ekonomik politikalarda pozitif ayrımcılık yapılması (4/Nisa, 58). Adaletin yargı versiyonu kadar sosyal adalet versiyonu da amir hükümdür.
Belirlediğimiz dört temel hak, her türden politik çözüm arayışın özünü ve nihai maksadını teşkil eder. Bu konuda hiçbir kavmin diğerlerinden daha fazla veya eksik hakkı düşünülemez.
Bağımsızlık, federasyon, konfedarasyon, üniter yapı, güçlendirilmiş yerel yönetim, yerinden yönetim, özerk bölge veya devletler topluluğu ya da birleşik devletler… Bunların tümünün kritiğini yaparken, her kavmin dört temel hakkına hangi düzeylerde gerçekleştirebilme kabiliyetine sahip olduklarına bakmak lazım. Konumuzla ilgisi bakımından İslam dünyasında Türklerin, Arapların veya başka bir kavmin hakkı ne ise, Kürtlerin de kavim olarak hakları o kadardır; ne eksik ne fazla!
Kürt sorunu dahil, yeryüzünde mutsuz olan kavimlerin tümünün sorunu son tahlilde politiktir. Politik olan sorunu tabii ki politik tercih ve kararlar çözer. Fakat öyle can yakıcı sorunlar var ki, bunların karar süreçleri ve karar mekanizmaları sadece politikalara bırakılamayacak kadar hayatidir. Politikayı ve politikacıyı geriden besleyen güçlü kaynaklar olmalı. Sorunları çözen her politik tercih ve kararın öncesinde derinlemesine analizi yapılmış kelami-felsefi ve fıkhi/ahlaki zihni mesai yatar. Teoriden ve ideal politikten yoksun her reel politik karar ve icraat, politik bezirganların ve muhteris kanaat satıcıların elinde sorunu kangrene dönüştürür. Müslüman dünyanın içine girmiş olduğu sosyo politik krizin yol açtığı çatışma çemberinden çıkışta arayışlar sürerken eksik olan söz konusu zihni mesai eksiğidir. (