Yazı Dizisi...
I. Dünya Savaşı’nın ardından Kürtlerin milli haklarının kendilerine verilmemesi, hatta basit kültürel haklardan bile yoksun bırakılması yönünde uluslar arası bir gizli anlaşma vardı. Rusya, Türkiye, İngiltere gibi Fransa da bu anlaşmaya uydu. Ancak Kürtleri birden umutsuzlandırmak yerine isteklerini onları kendisine bağlamak ve dilediği noktaya çekmek için kullandı. Kürtleri “Türklerin ve Arapların yaptığı gibi bana uyarsanız durumunuzu düşünürüm” sürüncemesinde bıraktı.
Bu oyun, Fransız tipi Batıcı-laik-ulusalcılığa merak salan Kürtleri, Fransız politikalarının oyuncağı haline getirdi. Bir kısım Kürt, dilinin dışında adeta Franklaştı ama Fransa bir türlü Kürtlere bir hak vermedi.
1789’daki ihtilalden hemen sonra İslam dünyasını işgal etmeyi planlayan Fransa, Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın oğulları üzerinden, Lübnan ve Suriye’de ise Arap Hıristiyanlara dayanarak Araplar arasında Batıcılığı yaydı. Paris’e kabul ettiği öğrenciler ve İstanbul’a gönderdiği sözde dadı, gerçekte kültür ajanı kadınlar üzerinden Jön Türkçülüğü geliştirerek Türklerin ümmet şuurunu yıktı. I. Dünya Savaşı’nın ardından Şam’a yerleştikten sonra ise bu şehri Batıcı-ulusalcı-sosyalist Kürt milliyetçiliğinin üssü haline getirdi.
1920’li yılların başından bu yana, Bedirhanlardan, PKK kurucusu Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarıldığı 1998’e kadar Şam, bu üs olma özelliğini aralıklı da olsa hep sürdürdü.
KIYAM KARŞITLARI ŞAM’DA TOPLANDI
Şeyh Said Kıyamı sırasında 20-30 bin arasında Kürt, Fransız sömürgesi durumundaki Suriye’ye sığındı. Bunlar iki gruptu:
1. Şeyh Said Kıyamına katılmaktan dolayı mahkum olanlar
2. Şeyh Said Kıyamına katılmadığı halde Mustafa Kemal-İnönü ikilisinin bütün Kürtleri kapsayan operasyonlarından kaçanlar
Birinci grup Kürtler, Kamışlo-Serekaniye (Ceylapınar) arasındaki şeride yerleşirken ikinci grup Haco Ağa’nın aşireti dışında Şam’a yerleşti.
Birinci grup genellikle şeyh ve alimlerden oluşuyordu. İkinci grup ise Haco Ağa dışında İstanbul ve Diyarbakır’daki laik Kürtlerden meydana geliyordu.
Laik Kürtlerin başında Emin Ali Bedirhan’ın üç oğlu Celadet, Kamuran ve Süreyya Bedirhan vardı. Bedirhanlar ve yakınları, Şeyh Said Kıyamına katılmamışlardı. Kıyamın başarısızlığa uğramasının neredeyse tek nedeni olarak uluslar arası desteğin yoksunluğunu öne sürüyorlar, Batılı güçlerin oyunlarını görmüyor, bu destek yoksunluğunu sadece Kürtlerin dindarlığına ve ümmet şuuruna bağlıyorlardı.
Bedirhan kardeşler, İslam düşmanı İttihatçı Abdullah Cevdet’in öğrencileriydi. Onların İslam düşmanlığı ideolojikti. Dolayısıyla Kıyamla ilgili anlattıkları, yaşananlarla ilgili değil, İslam düşmanlığına malzeme bulma çabasının bir neticesiydi.
Bedirhanların bu çabalarına Diyarbakırlı Cemilpaşazadeler de destek verdi. Onlar da Kıyama destek vermiş görünseler de Mustafa Kemal ve ekibi tarafından affedilmişlerdi, fikirdaşları Cegerxwin’e göre Cemilpaşazadeler, Şeyh Said’e karşı gizli bir savaş içindeydi. Açık bir tabirle münafık ve haindi.
Gerek Bedirhanlar gerek Cemilpaşazadeler, Kürtler arasında ümmet şuurunu düşman ilan ettiler. Dolayısıyla daha ilk günden Fransa’nın istekleri doğrultusunda çalıştılar. Bedirhanlar, İslam öncesi kültürü öne çıkarıyor, Latin alfabesinin Kürtçeye en uygun alfabe olduğunu iddia ediyor, çağdaş yaşamı tek insanî yaşam olarak anlatıyordu. Cemilpaşazadelerden Kadri ise, İslam ordularının Diyarbakır surları önünde Kürtleri katlettiği yalanını uyduruyor, İslam’la Kürtler arasında kendince bir kan davası başlatıyordu. Ama iki tarafın da halk ayağı yoktu. Bu ayağı onlara Şeyh Said Kıyamına katılmayan hatta kimi kaynaklara göre Şeyh Said’e karşı savaşan Midyat yöresi Havêrkan aşireti reisi Haco Ağa sağladı. Mahir bir politikacı* olan Haco Ağa, Şeyh Said Kıyamında çift oynamış, Cegerxwin’nin deyişiyle “Heçi li ser du singan bilîze, wê yek, nav dilê wî kevî. (İki kazık üstünde oynamaya kalkanın kalbine kazıklardan biri batar)” gerçeğini unutmuş ve aşiretinin bir bölümüyle birlikte Suriye kaçmak durumunda kalmıştı.
Haco Ağa, Suriye’de de çift oynuyordu. Bir yandan Fransızlardan imtiyaz koparıyor, öte yandan yarı özerk durumundaki kendi bölgesinde medrese sayısını hızla artırıyordu. Fransızların güdümündeki Suriye parlamentosunda milletvekiliydi. Kendince Kürtlerin çağdaşlığını ispat için karısının başını açarak kadınlı-erkekli toplantılara katılıyordu. Öte yandan medrese ve dergahlara imkanlar oluşturarak alim ve şeyhleri etkisi altına alıyordu.
Fransızlarla ilişkisini tarikat ehline, koşulların bir gereği diye izah ederken şeyh ve medreselere verdiği desteği ise laik Bedirhan ve Cemilpaşazadelere Kürtçe eğitime destek vermenin bir gereği olarak açıklıyordu.
ERMENİLERLE İŞBİLİĞİ FİYASKOSU
Kürtlerin Fransız sömürgesi Suriye’sinde ilk siyasi faaliyetleri 1927’de Xoybun** örgütünü kurmak oldu. Ermenilerin Fransızlar katında “mazlum millet” olarak ayrı bir değeri vardı. Xoybun, Fransızlara yaranmak için Ermenilerle işbirliği yaptı. Ama ne Fransa’ya ne de Ermenilere yaranabildi.
Başarısız oldukça ümmet şuuruna olan düşmanlığını daha çok açığa vurdu. Örgüte bir süreliğine destek veren Şeyh Ali Rıza (Şeyh Said’in büyük oğlu) Xoybun’un emellerine tanıklık edince ağır bir ümitsizliğe düştü, bir daha siyasete girmemeye yemin etti, hayatı boyunca da bu söze sadık kaldı.
Xoybun’un Ermeni aşkı, Ermenilerden çok çekmiş olan Kuzey göçmenleriyle Şam’daki entel Kürtler arasındaki uçurumu artırdı. Öyle ki Kuzey göçmeni kimi laik Kürtler bile bu dostluktan rahatsız oldu. Öte yandan Fransa, Mustafa Kemal’in kendisiyle ilişkisinden dolayı Xoybun’un faaliyetlerini sınırlandırdı.
Mardin yöresinden göç eden Katolik Hıristiyanlar da Fransa nezdinde Kürtlere karşı propaganda yaptı. Kürtlerin ezici çoğunluğunun yerleşik olduğu Haseke ilinde (El Cezire Bölgesi-Kamışlo civarı) Hıristiyan idarecilerin sayısı arttıkça Kürtlere yönelik zulüm ve ayrımcılık da arttı. Fransa, bu zulüm ve ayrımcılığı teşvik etti. Geleneksel Kürt çevreler, bu durumdan rahatsız oldukça Fransa’dan kurtulmayı amaçlayan muhalefete yaklaştı.
Bedirhanlar, bütün bu denklemleri görmüyor ve bütün sorunların kaynağında pan-İslamizm dedikleri ümmet şuurunu görüyorlardı. Fransızlara “Kürtler olarak ümmet adamlığından bir kurtulsak tam istediğiniz adamlar olacağız” mesajları veriyorlardı.
Bedirhanların halka açılmak için bulduğu adamlardan şair Cegerxwin “Yörede palazlanan birçok yobaz şeyh ‘Önemli olan Fransızların buradan kovulmasıdır. Kürtler ve Araplar iki Müslüman halktır. Kürtler gelsinler Arap kardeşleriyle birleşip bir millet olsunlar. Hepimiz Müslümanız. Kürt veya Arap ne fark eder?.. Ancak Haco Ağa’nın takımı Müslüman değildir. Onlar gâvurla çalışıp Müslümanların düşmanlığını yapıyor’ diye propaganda yapıyor” diyerek geleneksel çevreler hakkında raporlar tutuyor, ağaları alim ve şeyhlere karşı kışkırtıyordu.
Böylece geleneksel İslamî çevrelerin Hıristiyan karşıtı tutumu üzerinden İslam sadece ideolojide değil, pratikte de düşman ilan ediliyordu.
Zulmün kaynağında Fransa vardı. Ancak laik-ulusalcı kafa bunu görmüyor ve geleneksel İslamî çevrelerin Fransa’nın yanında saf alıp Müslüman Araplara savaş açmasını istiyordu. Böyle bir şey mümkün olamazdı. Bu, çözüm de değildi. Çünkü,
1. Her ne kadar bazı Arap aşiretler Fransa’nın teşvikiyle Kürtlere saldırıp onları katletmişse de İslam böyle kirli bir işe misliyle karşılık verilmesine cevaz vermezdi. Böyle bir tutum, uhrevi bir felaketti.
2. Fransa’nın dost olduğuna dair hiçbir işaret yoktu. Şeyh Said Kıyamını bastırmak için Türkiye’ye hem silah vermiş hem de o zamanlar kendi denetiminde olan demiryolunu Türkiye’nin hizmetine vermişti. Kıyamın bastırılmasında en ağır pay Diyarbakır kuşatması sırasındaki bu tutumdaydı.
3. Fransa, yöredeki Hıristiyanları bürokratik makamlara getirdikçe Haseke ilinde Kürtler için İslamî hayat zorlaşıyor, faqi ve seydalara yönelik tutumlar çirkinleşiyordu.
Bu durumda Hıristiyanlara yardım edip Fransa’ya destek olmak için hiçbir neden yoktu. Ama laik ulusalcı Kürtlerin bir bölümü bunu anlamıyor ve tekliflerinde ısrar ediyordu. Dönemi anlatan Kürtlerden Hesen Hişyar bu gelişmeleri şöyle anlatıyor:
“1937’de Fransa ‘Kürtleri ve Hıristiyanları (Süryanileri) Araplara karşı ayaklandırmak istedi. Biz mülteciler, Xweybun (Hoybun) üyeleri bir toplantı yaptık. Orada iki grup olduk. Kadri Bey, Ekrem Bey, Hemze Efendi, Evdurehman Ağa, ben ve Dêrika Çiyayê Mazî’den Reşid, ‘Araplar haklıdır, biz Fransa’nın haksızlığına destek olmayız’ dedik. Fakat Haco Ağa, diğer bazı ağalar ve Cegerxwîn, Hıristiyanlarla birlikte Fransa’yı desteklediler. Halkı bütünüyle Kürt olan Amudê şehri baştanbaşa yakıldı. Kadri Bey ve Ekrem Bey’i yakalayıp Tütmür’e sürdüler. Biz geriye kalanlar saklandık.”
Bu korkunç hileyi görmek lazım. Arap ulusalcılığını üreten kim? Fransızlar. Kürt ulusalcılığını üreten kim? Fransızlar.
Fransızlar, Kürt ulusalcılarını kullanıyor. Kürtleri kendi tarafına çekiyor. Fransa’nın yetiştirdiği Arap ulusalcılar da ırkçı duygular içinde suçlu suçsuz demeden Amudê yöresinde nice Müslüman Kürdü katlediyor, sürgün ediyor.
Burada her iki taraf da bir bir kadar sorunlu: Araplar arasında İslamî bir hareket olsaydı “Kürtler kardeşimizdir, onların milli haklarını güvence altına alalım ve Fransızlara karşı onlarla birlikte hareket edelim” der; Fransızların istediği ırkçı politikaları yürütmezdi. Kürtler arasında etkin olan İslâmi duyguların öncüleri tasavvuf dergahları ise siyasetten anlasaydı ne Fransız yandaşlığı ne de ulusalcı Araplar der, kendisini her iki tarafın günahlarından uzak tutar, Araplara da hitap edebilen bağımsız bir İslamî kurtuluş hareketi başlatırdı.
Ne yazık ki Suriye Arapları arasında İslamî duygular olabildiğine zayıflamıştı, özellikle Kürt bölgesinde yaşayan Arap aşiretleri arasında namaz kılma, oruç tutma gibi günlük ibadetler bile terk edilmişti. Kürtlerse olabildiğine dindardı ama Şeyh Said Kıyamı ve sonrasında bir o kadar sinmişlerdi ve bir o kadar siyasetten habersizdiler. Dolayısıyla Arap ulusalcılar olabildiğine saldırgan*** ve Kürtlerse olabildiğine “av” konumundaydılar.
Üstelik mağdur edilenler, sadece Fransa’ya destek veren Kürtler değildir, İslam’ın yasakladığı ırkçı duygularla hareket edildiğinden, “Araplara yardımcı olalım” diyen Kürtler de zarar görmüştür.
Bu iğrenç vaziyet, tamamen ideolojik temellere dayanan “Kürtleri İslam’dan uzaklaştırma propagandaları” için dört dörtlük bir zemin hazırladı.
Bedirhanlar, Cemilpaşazadeler ve onların ulaştığı Cegerxin gibi adamlar bu zeminde İslam düşmanlığı tohumlarını “rizgari, azadi, xalasi (hürriyet, bağımsızlık, kurtuluş)” adına ekti ve fazlasıyla ürün aldı.
Bu noktada sorulacak olan soru: Tasavvuf dergahlarının bu yıkıma neden engel olamadığıdır? İnşaallah haftaya bunu açıklayacağız.
*Batılıların Kürtlere yönelik Mekke Şerifi Hüseyin türünde bir kral bulma tercihleri olsaydı herhalde Haco Ağa’dan daha iyi bir tercih olmazdı.
**Xoybun, 1927’de Bedirhanlar ve Cemilpaşazadelerden laik-ulusalcı Kürtler tarafından kuruldu. Örgüt, ulusalcı Kürtlerin önde oldukları ilk teşkilat olmasıyla önemlidir. İlkin Şeyh Said ve Seyyid Taha (Hakkari) ailelerinden destek görmüşse de politikası belirginleştikçe laik-ulusalcı kesimlere kaldı. Bedirhanlarla Cemilpaşazadeler liderlik konusunda birbirine düşünce örgüt dağıldı.
***Daha önce Amudê sinemasında 300 çocuğun diri diri yakılışını anlatmıştık. Not aldığımız diğer vahşiyane vakaları şeytanî duyguları uyandırmamak için burada aktarmayacağız.
Kürtlerin bölgesinde Hıristiyanların bürokrasideki ağırlığı sömürgeden sonra da devam etti. Bu konuda Suriye’de okuyan bir alimin bize verdiği şu iki örnek yeteri kadar aydınlatıcıdır.
İlki muhtemelen 50’li yılların başına ait…Haznevi Şeyhlerinden Şeyh Mahsum, Hıristiyanlarla ilgili bir vakadan dolayı mahkemeye sevk edilir. Ancak hakim de Hıristiyandır. Hıristiyanlar adına mahkemeye gelen papazı oturtur, Şeyh Mahsum’u ayakta tutar. Şeyh, itiraz edince hakim ona hakaret eder. Bunun üzerine Şeyh, hakimin kafasına kürsü atar. Olay büyür ve ancak Haco Ağa’nın oğullarının araya girmesiyle ortalık yatışır.
İKİNCİ OLAY İSE 50’Lİ YILLARIN SONUNA AİT…
Kürt köyündeki karakol “Dırek (ısırıcı)” denen Hıristiyanların elinde. Köydeki feqileri sıklıkla karakola çağırırlar. Hat dışından (Türkiye) gelenleri tutuklamakla tehdit ederler. Gerisini Seydadan dinleyelim: “Beni medresede birkaç kez rahatsız ettiler ve bir gün karakola götürdüler. Muhtar geldi, Allah için onu bırakın dedi. Dırek ‘Allah, benim değil, onun Allah’ıdır. Bana ne onun Allah’ından’ dedi. Ancak ağanın gelip onlara kızmasıyla medreseme dönebildim.”
Devam Edecek...
Kaynak: Doğruhaber Gazetesi/Ahmet Yılmaz / Araştırma
HABER MERKEZİ