Trump’ın yeni dönemi ile ilgili en çok telaffuz edilen kavramlardan beri “öngörülmezlik”tir. Yani “müphemlik”… Anlaşılır bir ifade ile “belirsizlik”…
Bir stratejik tercih olarak “öngörülmezlik”, yönetimin ne yapacağını kestirememektir. Yönetimin bütün seçeneklere açık olmasıdır. Yönetimin bütün tuşlara basabilme ahlakında olması… Kaba bir ifadeyle ahlaktan yoksun olmasıdır.
Bu, nazik bir ifadeyle keyfiliktir. Yani yönetimin bir uygulamada bulunup bulunmamasının ilkeler ve hukuktan bağımsızlaşması, sadece bir tercih ve imkân meselesine dönüşmesidir. Bu da net olarak terörizmdir.
ABD yönetimi, uzun bir süredir “devlet terörü” ile itham ediliyor. Trump’la bu bir itham olmaktan çıktı, resmi bir kabule dönüştü. ABD yönetimi, Trump’la birlikte komşuları da dahil, bütün dünya yönetimlerine adeta “Çıkarım, terörist olmaktır, böyle olmaya imkânım var çünkü sizin bunu engellemeye gücünüz yok!” diyor.
ABD’nin bu noktaya gelmesi, bir anda olmadı; meselenin en az kırk yıllık bir arka planı var. ABD, ideolojiler çağını aşıyor ve bu, ABD çıkarlarıyla ilgili olmaktan öte, doğrudan Yahudilerin ABD üzerinde tam bir tahakküme ulaşmaları ile ilgilidir.
Avrupa’da Aydınlanma ile birlikte yönetimler, devleti daha keyfi yönetmek istediklerinde, Hristiyanlığın sınırlamalarını bertaraf edip ideolojilere sığındılar. Yahudiler de bugün uluslararası sistemi keyfi yönetmek için ideolojilerin sınırlamalarını bir tarafa atıp keyfiliğe geçiyorlar. Bu anlamda yaşadığımız, ideolojiler çağı sonrası uluslararası yönetimdir.
Bu, Yeni Dünya Düzeni değildir. Yeni Dünya Düzeni’nde liberal olma iddiası geçerliydi, dolayısıyla bir düzen vaadi vardı. Yüz yüze olduğumuz, yeni bir düzen değil, basbayağı düzensizliktir.
Bu düzensizlikte, Aydınlanma sonrası ideolojileri çöpe atılıyor ve yeni bir ideoloji de sunulmuyor. Dolayısıyla yönetim öngörülemeyen çıkarlar ve tercihlere kalıyor. Medeniyetler Çatışması tezi de aslında bu keyfi yönetime kılıf bulma çabasıydı.
ABD, bu ideolojiler sonrası, yönetim tarzında ilkeler ve hukuka bakmadığı gibi, karşısındakinin kimliğine de bakmıyor. İnsanlığı aynen Moğol Devri’nde olduğu gibi, boyun eğenler ve eğmeyenler diye ikiye bölüyor, bu makro sınıflandırmanın ardından yakın düşman-uzak düşman gibi mikro sınıflandırmalar yapıyor.
Yahudi filozoflar, henüz 19. yüzyılda Moğol tarzı bir dünya istilası özlemini az çok ifade ediyorlardı. Ne yazık ki yeteri kadar ciddiye alınmadılar, ihmal edildiler. Bunun için insanlık bugün böyle bir tehditle yüz yüze kaldı.
SÖZLEŞMESİZ BİR DÜNYA
Moğolları korkunç kılan, insanlığa seslenen bir din ve medeniyetlerinin olmaması, dolayısıyla onlarla insanlık arasında bir sözleşmenin bulunmamasıdır.
Moğol, sadece kendisine boyun eğene yaşam hakkı tanımaya söz verirdi. Lâkin o söze uyup uymaması da tamamen güç ve keyfe kalırdı. Moğol subayı, aniden bir şehrin tamamının yok edilmesi emrini verir ve kimse, bunu aht, vicdan, din gibi gerekçelerle engelleyemezdi. İnsanlık, yeni Batı karşısında böyle bir tehditle yüz yüzedir.
Din, fert ile Allah; fert ile yönetim; fert ile toplum; fert ile diğer fertler arasında zımni bir sözleşmedir. Din, kişiye nasıl davranması gerektiğini öğretir, onun özgürlük alanını çerçeveler ama aynı zamanda onun için bir güven ortamı oluşturur. Zira din, ferde, yönetimin, toplumun ve diğer fertlerin nasıl davranacaklarını öngörme, ona göre tutum belirleme ve hak talebinde bulunma imkânı verir.
Orta Çağ Avrupa’sının en gaddar bir prensi, köylülere yönelik keyfi muamelede bulunduğunda köylü onu Tanrı’dan korkmaya çağırır ve bu çağrı doğrultusunda onu şikâyet eder, ona karşı bir muhalefet oluştururdu. Zamanla yönetimi kilise tahakkümüne götüren bu sistem, yönetimlerin halka özgürlük vaadiyle laikleşmeye yönelmelerine yol açtı.
Laikleşme, başta Fransız İhtilali sonrasının “Terör Devri” uygulamalarında görüldüğü üzere, yönetime keyfilik getirdi. Ancak zamanla bu keyfilik yerini ideolojilerin sınırlamalarına bıraktı.
Laik ideolojiler de fertle yönetim; toplumla yönetim; fertle toplum hatta fertle fert arasında bir sözleşmedir. Bunu dinî sözleşmelerden ayıran ideolojilerin beşerî olmakla yönetime daha geniş bir keyfi alan tanımasıdır. Fertler ve toplum, bundan huzursuz olup sokağa dökülünce ideolojiler, yaklaşımlarını bağlayıcı yasalarla sınırlandırdılar, keyfilik yönündeki endişeleri en aza indirerek topluma güvenli bir yaşam sözü verdiler.
Bu hâliyle bir devletin ideolojisi, onun için sınırlayıcı bir zımni sözleşme olduğu gibi, fert için de hem bir davranış kılavuzu hem güvencedir. Örneğin, bir Alman eyalet hükümetinin sosyal demokrat ve Hristiyan demokrat olması, bir göçmen olarak size bir fikir verir. Eyalet hükümeti, kapitalist liberalizm ya da sosyal demokrasiyi benimseyerek kendisini bağlamış ve sizin için hem bir tutum kılavuzu oluşturduğu gibi, bir güven veya güvensizlik de oluşturmuştur. Siz, ona bakarak o eyalete yerleşirsiniz veya yerleşmezsiniz.
Bu yanıyla ideolojiler, Batı açısından bir post-din çağı üretimleridir, dine tepki olarak oluşmuşlardır. Tepki duyan ile tepki duyulan arasında ise şu veya bu ölçüde bir süreklilik söz konusudur. İdeolojiler ne kadar din düşmanlığı yaparsa yapsın, nihayetinde dine tepki olarak oluştuklarından dinin bazı temel esaslarından izler taşırlar.
Post-ideoloji çağı diyebileceğimiz, ideolojiler sonrası çağ ise dine tamamen uzaklaşmış, dolayısıyla keyfilik dozu, ideolojilere göre kat be kat artmıştır hatta neredeyse tamamen keyfi bir uygulamanın kapılarını açmıştır.
Filistin meselesi bu açıdan çok net bir ölçüdür. Normalde hem neoliberal yaklaşım hem sosyal demokrasi, Filistin halkının kendisini yönetme hakkına saygı duymayı ve siyonistleri insan haklarına saygı duymaya çağırmayı gerektirir. Bu çağrıya uyulmadığında ise yönetime düşen yaptırımda bulunmaktır.
Oysa Biden önderliğindeki ABD neoliberalleri, siyonizmin katliamlarının doğrudan ortaklarıdırlar. Neoliberallik, Biden yönetimine sadece Filistinlileri öldürme ortaklığı özgürlüğü verdi herhâlde! Demokrat Partili Kongre üyelerinin bile Biden yönetimine yönelik liberallik ahtlerine uyma çağrıları havada kaldı.
Benzer bir durum Alman Sosyal Demokratları ve Solunda da yaşandı. Sosyal Demokrasi ve Yeşil Solun büyük iddiası, insan haklarıdır ve uluslararası hukukun bağlayıcılığıdır. Her iki kesim de yıllardır başka ülkelerin yönetimlerine bu hususta baskı uygular. Oysa iktidardaki Alman Sosyal Demokrat Parti, tamamen israilin yanında yer alırken ortağı Yeşil Sol, fanatik bir israil taraftarlığına yöneldi.
Kendisi de Hint kökenli bir Marksist olan Aijaz Ahmad’ın ifadesiyle Marksistler Filistin meselesinde kaybettiler, ideolojik olarak tarih sahnesinden çekildiler.
Bu söz, Batı’daki gösterilere bakıldığında haksız gibi görünse de aslında Batı Solunun tutumunu din ve bölge belirledi. Genel olarak Katolik kökenli Sol, Filistin’in yanında dururken Protestan kökenli Sol, yaygın bir şekilde Evanjelizmin etkisiyle ve başka ilişkilerle ABD ve israilin yanında durdu. İslam dünyasındaki Solcu örgütler de genellikle katil Natenyahu’nun yanında yer aldı. Dolayısıyla ideolojik tutum denen husus, Medeniyetler Çatışması tezinin de gölgesinde uçup gitti.
ABD üzerinde tam bir tahakküm kurup dünyayı keyiflerince yönetmek isteyen Yahudiler, dünyaya keyiflerince şekil vermek için ideolojilerin sınırlamalarını çöpe attılar. Ferde tam bir özgürlük kazandırma iddiasıyla onu her tür ölçüden uzaklaştırdılar. İnsana, cinsiyetine bile müdahale sözde özgürlüğü veren, onu da aşarak insanın mevcut cinsiyeti kadın iken kendisini erkek görme, erkek iken kadın görme sözde özgürlüğü tanıyan bir dünya sistemi, üst yönetimde istediğimi öldürür, istediğimi bırakırım, bu benim için bir imkân ve tercih meselesidir keyfiliğinin kapısını araladı.
Biden, yönetimden ayrıldığı gün ve Trump, yönetime geldiği gün hiçbir ilke tanımadan dilediklerini affetti. ABD’de keyfi bir yönetim, yerini başka bir keyfi yönetime bıraktı. İkisi arasındaki sözde ideoloji ve parti farkı, farklı bir tutuma yol açmadı.
DÖRDÜNCÜ DÜNYA VE TRUMP
İslam dünyası, artık üçüncü dünya değildir. Üçüncü dünya da yok artık. İslam dünyası, artık tamamen sistem dışıdır, belki bu açıdan geçmişin bir, iki ve üç sınırlamalarının dışında bir dördüncü dünyadır.
İşte bu dünya üzerinde siyonistlerin açık talepleri var ve Trump, tamamen onların hizmetine girmiş durumda. Siyonizm, açık bir terörizmdir ve Trump, bu terörizmin hizmetine girmekten eziyet duyuyor değildir. Bu durumda İslam dünyasının uluslararası sistem karşısında hiçbir güvencesi kalmamıştır.
Uzun süredir Arap Yarımadasını tahrip edenler ve Kuzey Afrika’yı anarşizme boğanlar, savunmasız bir İslam dünyası oluşturduklarını bilmiyorlar mıydı, meçhul. Ama BAE gibi yapıların açık ve net bir şekilde kendilerini korumak için başkalarına her tür hizmete açık oldukları malum.
Bu hâl karşısında şimdilik hasbunallah ve nimelvekil demekten başka bir yol kalmadı gibi. Aksi hâlde İslam alemi derin bir strese boğulur ve bu derin stres duyarlı Müslümanların işlerini olumsuz etkiler.