Peygamber Efendimiz (s.a.v) bir yanlışı dile getireceği vakit, kişi ismini zikretmeden: "Bazılarına ne oluyor ki..." (Buharı, İ'tisam, 5; Edeb 72; Müslim, Fedail 128) diyerek yapılması gereken uyarılarını dile getirirdi. Çünkü maksadı üzüm yemekti Efendimizin, bağcıyı dövmek değildi. Bizler de bunu kendimize şiar edinerek başlayabiliriz işe...
Maksadımız birilerini eleştirmek değil elbet. Ancak incitmeden ve kırıp dağıtmadan yanlışlar da mutlak surette dile getirilmelidir. Yoksa hesabı ağır olur ahirette.
Kaftanımızı, Kur’an ve Sünnetin belirlediği ölçülerde biçmediğimiz ve dikmediğimiz müddetçe düzgün bir elbiseye sahip olamayız. Birilerine göre biçtiğimiz ve zevklerimize göre de diktiğimiz bir kaftanı Kur’an ve Sünnete giydirmeye kalkışmak basiretsizlikten, ferasetsizlikten ve körlükten öte bir şey değildir. Kur’an ve Sünnet bizim anlayışımızı şekillendirmelidir. Tam tersi bir durum da söz konusu olabilir. Eğer anlayışımıza, içinde bulunduğumuz ahval ve şeraite göre ayet ve hadisleri şekillendirecek olursak doğru bir iş yapmış olmayız. Her ayeti, her hadisi bize hitap eden birer emir olarak okumak, bu minvalde anlamak ve bu minvalde yorumlamak gerek.
Gözlerimle görmeseydim ve tek tek saymasaydım ben de inanmazdım. Adam camide mihrabın sol tarafında bulunan sehpanın üstüne bir şahsa ait tam altı (6) tane kitabı indirmiş, her namaz vakti birisinden okuyor cemaate. Allah (c.c.)'ın kitabı Kur'an ve Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in sözleri olan hadisler de dolapta mahzun ve mahkum. İrat edilen vaaz ve hutbelerin de bu kitaplardan serdedildiğini düşündüğümüzde işin vahametini daha iyi anlayabiliriz. Hangi yürek dayanır buna. Hangi terazi kabul eder bu tartıyı.
"Ey iman edenler! Allah’ın ve Peygamberinin önüne geçmeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir." (Hucurat/1) ayetini bağlamından koparmadan anlamaya çalıştığımızda, hiçbir şahsın, hiçbir kitabın, hiçbir fikrin, hiçbir idenin Allah ve Resulünün önüne geçirilmemesi gerektiğini anlamamız gerekmez mi?
Kur'anlaştırılan hiçbir kitabın, Peygamberleştirilen hiçbir insanın, ilahlaştırılan hiçbir varlığın ismi direkt geçmez Kur’an’da. Ancak vefatından sonra ilahlaştırılan Hz. İsa üzerinden; putlaştırılan, ilahlaştırılan, konumundan koparılarak göklere çıkarılan ve hatta, hatasız ve günahsız ve de kusursuz addedilen şahıslar serdedilir gözümüzün önüne. Ayetler ve hadisler vasıtasıyla Allah’ın nebisi olan Hz. İsa’nın ilahlaştırıldığına şahit oluyorsak diğer insanların ilahlaştırılması haydi haydi mümkündür.
Ya şu ayeti nasıl anlayacağız? Muhtemelen bu ayeti de kendimizle ilişkilendirmeyeceğiz. Bu kaftan bana uymuyor diyerek sıyırıp atacağız omuzlarımızdan.
"Elleriyle kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için, “Bu Allah’ın katındandır” diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıkları yüzünden vay haline onların! Ve yapıp ettikleri yüzünden vay haline onların!" (Bakara/79)
Çok enteresan değil mi bu? Dikkate şayan değil mi bu ayet? Kulaklarımızı çekmiyor mu? Olanı olduğu gibi sermiyor mu gözlerimizin önüne? Ama nedense bu ayet günümüz insanlarına, günümüzde cereyan eden iş ve işlemlere hiiiiç hitap etmiyor nedense(!) Çünkü bu ayette ismimiz, direkt yer almıyor. Bu yüzden kendimizle, yaptıklarımızla, çevremizdeki iş ve işlemlerle, boğazına kadar saplanmış olduğumuz ahvalimizle ilişkilendiremiyoruz. Belki de hoşumuza gitmiyordur.
Ama unutmayınız ki; "Allah katındandır." diyerek kimi insanın yazdıkları kitaplar üzerinden de dikkatimizi çekmektedir Yüce Allah. Doğruyu bulmak, yanlışlardan feragat edebilmek için benzerliklerle ilişkisini doğru bir şekilde kurmak şart. Bu yüzden Yüce Allah; "Aklınızı kullanmaz mısınız? " diyerek yol ve yordam gösteriyor bize. Sahi ne zaman aklımızı kullanacağız. Ya da aklı kullanmak nasıl bir şey?
Kur'an'da iki farklı surede ismi zikredilen putların tarihçe-i hayatlarına vükufiyet derecesinde görürüz ki hemen her bir put, vakt-i zamanında dua ettiklerinde duaları kabul olan, Allah’ın salih, abit ve sadık birer zatı muhteremler olduğuna şahit olacağız.
Yine unutmayınız ki dünya hayatında kötü işlerle nam salmış, cinayetler işlemiş, hırsızlıkta mahir olmuş, eften püften insanlar öldükten sonra ilahlaştırılarak putlaştırılmazlar. Yazdıkları da Kur’anlaştırılmaz bu gibi insanların.
Ne oluyorsa, neler yapılıyorsa hep ölümünden sonradan muhipleri tarafından yapılıyor iyi insanlara...
Peki şu ayete ne diyeceğiz? Hangi bahaneyle kendimizle ilişkilendirmekten azade kılacağız. Feregat edeceğiz içeriğinden. "Peygamber, “Ey Rabbim! Kavmim şu Kur’an’ı terk edilmiş bir şey hâline getirdi” dedi." (Furkan/30)
Ne kadar da günümüze ışık tutuyor. Ne kadar da bizi tarif ediyor. Yaptığımız şeniyyetler, işlediğimiz cinayetler bundan daha iyi anlatılamazdı. Kimimiz romanları başucu yaptık, kimimiz hikayeleri... Kimimiz klasiklerle gözümüzü açıp kapattık, kimimiz şiirle büyüdük. Kimimiz de bilmem ne bela. Birçok kitabı ibadet niyetiyle okuduk sabahtan akşama kadar. Okudukça aklanmış ve paklanmış sandık kendimizi. Kimisini ezberledik, kimisini de defaaten tekrar edip durduk. Kul yazımı kitaplara adanmışlıkları bile gördü bu gözler. Ancak sıra Kur'an'a nedense bir türlü gelmedi, gelmedi, gelmedi.
Peygamberin şikayetçi olduğu bu durumdan Allah’ın da şikayetçi olmadığını mı sanıyorsunuz? Yoksa Kur’an’ın yerine koyarak tilavet edilen her kitaptan, hadisler yerine ezberlenen her şiirden hesaba çekilmeyeceğimizi mi sanıyoruz?
Değişmeli.
Yanlış giden ne varsa hepsi hem de behemehal değişmeli. Bir seferberlik ilan edilmeli. Bir şenlik havasında cereyan etmeli bu değişim. Kırmadan, incitmeden. “bazılarına ne oluyor” diyerek başlanmalı işe.
Evvela insan, bizzat kendisinden başlatmalı bu seferberliği. Düşünceyle, konuşmayla sınırlı kalmamalı bu seferberlik. Olması gereken değişim, fiiliyattan önce yürekte hissedilmeli. Yüreği katılaşmış insanlara anlatılacak bir şey bulamazsınız. Çünkü yürekten istenmeyen ve can-ü gönülden hissedilmeyen her değişim kadük kalmaya mahkumdur.
Elbette değişimin de ön şartları vardır. Bu ön şartlar yerine getirilmeden değişimin düzgün bir şekilde katar gibi yola revan olması mümkün değildir.
Maksadımız birilerini eleştirmek değil elbet. Ancak incitmeden ve kırıp dağıtmadan yanlışlar da mutlak surette dile getirilmelidir. Yoksa hesabı ağır olur ahirette.
Kaftanımızı, Kur’an ve Sünnetin belirlediği ölçülerde biçmediğimiz ve dikmediğimiz müddetçe düzgün bir elbiseye sahip olamayız. Birilerine göre biçtiğimiz ve zevklerimize göre de diktiğimiz bir kaftanı Kur’an ve Sünnete giydirmeye kalkışmak basiretsizlikten, ferasetsizlikten ve körlükten öte bir şey değildir. Kur’an ve Sünnet bizim anlayışımızı şekillendirmelidir. Tam tersi bir durum da söz konusu olabilir. Eğer anlayışımıza, içinde bulunduğumuz ahval ve şeraite göre ayet ve hadisleri şekillendirecek olursak doğru bir iş yapmış olmayız. Her ayeti, her hadisi bize hitap eden birer emir olarak okumak, bu minvalde anlamak ve bu minvalde yorumlamak gerek.
Gözlerimle görmeseydim ve tek tek saymasaydım ben de inanmazdım. Adam camide mihrabın sol tarafında bulunan sehpanın üstüne bir şahsa ait tam altı (6) tane kitabı indirmiş, her namaz vakti birisinden okuyor cemaate. Allah (c.c.)'ın kitabı Kur'an ve Peygamber Efendimiz (s.a.v)'in sözleri olan hadisler de dolapta mahzun ve mahkum. İrat edilen vaaz ve hutbelerin de bu kitaplardan serdedildiğini düşündüğümüzde işin vahametini daha iyi anlayabiliriz. Hangi yürek dayanır buna. Hangi terazi kabul eder bu tartıyı.
"Ey iman edenler! Allah’ın ve Peygamberinin önüne geçmeyin. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz, Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir." (Hucurat/1) ayetini bağlamından koparmadan anlamaya çalıştığımızda, hiçbir şahsın, hiçbir kitabın, hiçbir fikrin, hiçbir idenin Allah ve Resulünün önüne geçirilmemesi gerektiğini anlamamız gerekmez mi?
Kur'anlaştırılan hiçbir kitabın, Peygamberleştirilen hiçbir insanın, ilahlaştırılan hiçbir varlığın ismi direkt geçmez Kur’an’da. Ancak vefatından sonra ilahlaştırılan Hz. İsa üzerinden; putlaştırılan, ilahlaştırılan, konumundan koparılarak göklere çıkarılan ve hatta, hatasız ve günahsız ve de kusursuz addedilen şahıslar serdedilir gözümüzün önüne. Ayetler ve hadisler vasıtasıyla Allah’ın nebisi olan Hz. İsa’nın ilahlaştırıldığına şahit oluyorsak diğer insanların ilahlaştırılması haydi haydi mümkündür.
Ya şu ayeti nasıl anlayacağız? Muhtemelen bu ayeti de kendimizle ilişkilendirmeyeceğiz. Bu kaftan bana uymuyor diyerek sıyırıp atacağız omuzlarımızdan.
"Elleriyle kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için, “Bu Allah’ın katındandır” diyenlere yazıklar olsun! Elleriyle yazdıkları yüzünden vay haline onların! Ve yapıp ettikleri yüzünden vay haline onların!" (Bakara/79)
Çok enteresan değil mi bu? Dikkate şayan değil mi bu ayet? Kulaklarımızı çekmiyor mu? Olanı olduğu gibi sermiyor mu gözlerimizin önüne? Ama nedense bu ayet günümüz insanlarına, günümüzde cereyan eden iş ve işlemlere hiiiiç hitap etmiyor nedense(!) Çünkü bu ayette ismimiz, direkt yer almıyor. Bu yüzden kendimizle, yaptıklarımızla, çevremizdeki iş ve işlemlerle, boğazına kadar saplanmış olduğumuz ahvalimizle ilişkilendiremiyoruz. Belki de hoşumuza gitmiyordur.
Ama unutmayınız ki; "Allah katındandır." diyerek kimi insanın yazdıkları kitaplar üzerinden de dikkatimizi çekmektedir Yüce Allah. Doğruyu bulmak, yanlışlardan feragat edebilmek için benzerliklerle ilişkisini doğru bir şekilde kurmak şart. Bu yüzden Yüce Allah; "Aklınızı kullanmaz mısınız? " diyerek yol ve yordam gösteriyor bize. Sahi ne zaman aklımızı kullanacağız. Ya da aklı kullanmak nasıl bir şey?
Kur'an'da iki farklı surede ismi zikredilen putların tarihçe-i hayatlarına vükufiyet derecesinde görürüz ki hemen her bir put, vakt-i zamanında dua ettiklerinde duaları kabul olan, Allah’ın salih, abit ve sadık birer zatı muhteremler olduğuna şahit olacağız.
Yine unutmayınız ki dünya hayatında kötü işlerle nam salmış, cinayetler işlemiş, hırsızlıkta mahir olmuş, eften püften insanlar öldükten sonra ilahlaştırılarak putlaştırılmazlar. Yazdıkları da Kur’anlaştırılmaz bu gibi insanların.
Ne oluyorsa, neler yapılıyorsa hep ölümünden sonradan muhipleri tarafından yapılıyor iyi insanlara...
Peki şu ayete ne diyeceğiz? Hangi bahaneyle kendimizle ilişkilendirmekten azade kılacağız. Feregat edeceğiz içeriğinden. "Peygamber, “Ey Rabbim! Kavmim şu Kur’an’ı terk edilmiş bir şey hâline getirdi” dedi." (Furkan/30)
Ne kadar da günümüze ışık tutuyor. Ne kadar da bizi tarif ediyor. Yaptığımız şeniyyetler, işlediğimiz cinayetler bundan daha iyi anlatılamazdı. Kimimiz romanları başucu yaptık, kimimiz hikayeleri... Kimimiz klasiklerle gözümüzü açıp kapattık, kimimiz şiirle büyüdük. Kimimiz de bilmem ne bela. Birçok kitabı ibadet niyetiyle okuduk sabahtan akşama kadar. Okudukça aklanmış ve paklanmış sandık kendimizi. Kimisini ezberledik, kimisini de defaaten tekrar edip durduk. Kul yazımı kitaplara adanmışlıkları bile gördü bu gözler. Ancak sıra Kur'an'a nedense bir türlü gelmedi, gelmedi, gelmedi.
Peygamberin şikayetçi olduğu bu durumdan Allah’ın da şikayetçi olmadığını mı sanıyorsunuz? Yoksa Kur’an’ın yerine koyarak tilavet edilen her kitaptan, hadisler yerine ezberlenen her şiirden hesaba çekilmeyeceğimizi mi sanıyoruz?
Değişmeli.
Yanlış giden ne varsa hepsi hem de behemehal değişmeli. Bir seferberlik ilan edilmeli. Bir şenlik havasında cereyan etmeli bu değişim. Kırmadan, incitmeden. “bazılarına ne oluyor” diyerek başlanmalı işe.
Evvela insan, bizzat kendisinden başlatmalı bu seferberliği. Düşünceyle, konuşmayla sınırlı kalmamalı bu seferberlik. Olması gereken değişim, fiiliyattan önce yürekte hissedilmeli. Yüreği katılaşmış insanlara anlatılacak bir şey bulamazsınız. Çünkü yürekten istenmeyen ve can-ü gönülden hissedilmeyen her değişim kadük kalmaya mahkumdur.
Elbette değişimin de ön şartları vardır. Bu ön şartlar yerine getirilmeden değişimin düzgün bir şekilde katar gibi yola revan olması mümkün değildir.